Merhaba Koca Dünya

KUNDULLU’DAN ÇIKTIM YOLA

Eğer yola çıktıysanız bir şeyi aklınızdan çıkarmayacaksınız. “Yolcunun işini Allah bilir!” Hemen öyle itiraz etmeyin lütfen. Öyle kolayca pes edenlerden olmadığım için bu satırları okuyorsunuz. Maddi durumumuzu gören ilkokul öğretmenim Mehmet Bey, “Astsubay okuluna girmen en doğrusu!” demişti. Ama tam da o sene hem yatılı sanat okulları hem de Astsubay okulları, ilkokuldan sonra öğrenci alımını durdurmuşlardı. İvriz ilk öğretmen okulu imtihanlarına da giremeyerek orta okula kaydımı yaptırmıştım. Orta okulda ilk matematik dersinden sonra bütün hocalar adımı öğrenmişlerdi. Matematikçi Türkan hoca tahtaya bir bir problem yazdı. “Yapabilecek var mı?” dedikten sonra azıcık bekledi. Ben çözerim dedim ama duymamıştı. Tahtaya dönerek çözüme geçti. Oturduğum yerden biraz daha sesimi yükselttim. “Ben çözerim!” Geriye dönerek bana baktı ve sordu: “Çözebileceğini mi sanıyorsun?” “Sanmak değil çözerim” diye ekledim. Dediğimi yaptım. Durumum diğer çocuklardan farklıydı.

Daha ilkokula başlamadan rahmetli dayımdan dolayı aile içinde gelecek için bir yol haritası vardı. Sırayla gidecektim: ilk okul, orta okul, lise, üniversite, staj sonra da fakülte başkanlığı… Bu yüzden ilkokul son sınıfta iken orta okul matematik kitaplarının çoğu vardı. Bekir dayımın okuduğu kitapları alıp geliyorduk. Bu yüzden ortaokul derslerinde hiç bir zaman zorlanmadım. İlk seneyi kara çamurla sıvalı tek göz odada tek başıma geçirdim. Elektrik olmadığı için beş mumluk gaz lambası yerine hemen dışarıdaki sokak lambasının ışığında çalışırdım hep. İki litrelik bir alüminyum tencerem, bir hasır, odun kömür, yatak yorgan köyden gelen kuru yufkalar ve bir de sobam vardı. Yazın topladığımız samanları satmaya gelen babam ortalama kırk veya elli liraya sattığı saman parasından beş lira verirdi. Nadiren Tozlunun Han’da kalırdı. Kırk kilometreden fazla yolu at arabasıyla gelmek için akşam saat dokuz on arası köyden çıkardı. Bir zemheri günü kucağında annemin pişirdiği çömleği getirdiğinde ilk defa ağlamıştım. Bıyıklarından aşağı buzlar uzanıyordu. Başında annemin yün atkısı vardı. O soğukta hem gelmiş, hem geri dönecekti hem de bana pişmiş çömleği kucaklayarak gelmişti. Pişmiş kahvaltıyı o gün yiyecektim. Diğer günler ya yufka kurularını ufalar ağzıma atar ya da yolda şekerle kahvaltı etmiş olurdum. Tam gün okul olduğu için de öğle üzeri param olduğunda simit alırdım. En hoşuma giden gün ise perşembeydi. Pazardan tam yetmiş beş kuruşa yarım kilo kuru incir alır, eve kadar yiyerek bayram ederdim.

İkinci yılı rahmetli ninemin yanında nispeten rahat geçirdim ama üçüncü yıl her şey daha zordu. Okul eski Maltepe Askeri Orta Okulu binasındaydı. Her sabah seksen elektrik direği arası yolu yirmi beş kuruşluk domdom şekerini kahvaltı yerine alarak yürüdüm. Eğer aynı şartlar devam etseydi liseyi bitirmem mümkün olmayacaktı. Gün doğmadan neler doğuyor…

Bin dokuz yüz altmış sekiz yazı önümde üç ihtimal vardı. Yapı sanat okulu, öğretmen okulu ve lise: Maddi olanaklar yüzünden liseye gidemeyecektim. Yapı sanat okulu da Adana’da idi. Öğretmen okulu imtihanlarına babamla gittik. Sabahlara kadar baş ucumda nöbet bekledi. İmtihan sonrası dışarı çıkan çocukları sorguya çekmiş. Herkes neler yaptığını anlatıyordu. Ben de neler yaptığımı anlatınca öbür öğrencilere bakarak kazanacağımı anlamıştı. Bir anda her şey değişti. Yatılı okulda hem ısınma hem beslenme problemi kalmamıştı.

Öğretmen okulunda çok ciddi eğitim veriliyordu. Matematik ve fizik derslerinde iyi olanlar Yüksek öğretmen okuluna seçilirlerdi. Nedense ilk defa haksızlığa itiraz etmemek öğretiliyordu orada. Müzik, resim, beden eğitimi ve iş bilgisi dersinden başarılı olanlar fen fakültesine seçildiler. İtiraz etmek ne mümkün! Onlar bir ideolojiye hizmet edeceklerdi. Kundullu köyünün köy odasındaki İsmet Paşa için test edilip onaylanan insanların hiç bir hükmü yoktu buralarda. Her ne kadar son sınıfta adı geçen derslerden çok iyi notlar almış olsam da öğretmen okulunu bitirinceye kadar hiç bir şey değişmedi. Bu konuda belki anlatacak çok şey olabilir. Ama burada daha fazla uzatmak istemiyorum. Öğretmen okulu bittiğinde ilk tayin yerim Sivas olacaktı.

Aynı yaz günü köylülerim söğüt ağaçlarının altında oturuyorlardı. Gazi eğitim imtihanlarına girmiştim ama babam okumam konusunda kesin bir görüş bildirmemişti. Sonuç elime gelince herkese kazanamamışım dedim. Üzüldü babam. “Keşke kazansaydın da gitseydin!” O zaman gerçeği söyledim. Bütün köy bayram etti. Kundullu köyünden biri “üniversiteli” oluyordu.

Kubbeli Okul’un son yatılı öğrencileriydik. Hem etüt hem sınıf olan konferans salonu şeklindeki sınıfımızda perde de tebeşirle yazılmış, süslü dev bir yazı vardı: “BAĞIMSIZ TÜRKİYE” O zamanlar hem sağcı hem solcu arkadaşlar daha ayrılmamıştı ama bir şeyler hissediyordum. Bize göre kocaman olarak görünen öğrenciler namlunun ucuyla işi götüreceklerdi. Anlamadığım tek konu neden kendi askerimize ve polisimize cephe aldıkları idi. Milli güvenlik dersimize gelen bir şube komutanı vardı. Mesela onun gibi her hangi bir subayın olduğu yerde karşı cephede olmak doğrudan vatana ihanetti. Bir Türk subayı kendi ülkesine ihanet etmiş olamazdı ki onlara cephe alıyorlardı… Sonuçta ya aklınız kullanırsınız ya da akıllılar sizi “Binit yerine” kullanırlardı. Çıkan her olay, yaralanan her kişi için derin acılar yaşardım. Çünkü hepsinde aynı tip nüfus cüzdanı vardı. Hiç biri bir başka ülkeden gelmemişti ki… Zamanla bunu daha iyi anlayacak, çok ama çok üzülerek savaşmak üzere bir çok gece yemin edecektim.

Gazi’den sonra öğretmen okulu öğretmeni olacaktım. Nedense adım orta okul öğretmenleri içinde okundu. Müthiş bir hayal kırıklığı yaşadım. Öğretmen okuluna tayin edilenlerle kendimi kıyasladığımda bu yapılan haksızlık dedim ama yapacak da bir şey yoktu… Acaba yok muydu?

Müdürün vurduğu tokatlara sessizce direnen Ali’nin dostlarıyla tanıştık. Kelikçi Ali Bekir onlara göz kulak oluyordu. Hemen derneklerine gittik. Dostça kardeşçe bir ortamdı bu. İçi dışı aynı bu çocuklara sahip çıkmaya çalıştım. Tam on bir ayrı derse girmişim. Her gün de derslerden sonra bedava olarak matematik, müzik ve fen bilgisi kursları verdim. Kasabadaki her insan farklı bir değerdi ama Fahri, Kadir, Orhan, Ali öğretmen arkadaşların büyük desteği vardı. O sene askere gittim.

Asker dönüşü çok uğraşarak öğretmen okuluna tayinimi çıkardım. Keşke hiç uğraşmasaydım. Kasabanın suyu mu çıkmıştı yani… Kardeşimi de üniversite sınavları için çalıştırmalıydım. Sonuçta günde sekiz saat ben çalıştım, bir saat ona ders anlattım. Önümde iki seçenek vardı. İlk seksen arasında kazandığım uçak mühendisliği, Lisans tamamlama için Hacettepe Üniversitesi… Yarım yamalak lisans tamamlamaktansa Uçak mühendisliğini okumak daha anlamlı geldi.

İstanbul’a tayin tam bir dert oldu. Siyasilerin kapısını aşındırdım. Tarım bakanlığının önünden Meclise giderken tesadüfen tanıştığım Ahmet Hamdi Çelebi götürdü beni içeri ama Konya milletvekilleri hem onunla alay ettiler hem de benimle ilgilenmediler. Onca uğraşa rağmen istediklerimin olmamasına son noktayı koydum: Artık anlamadığım şu siyasetten uzak duracaktım. Halime acıyan bir bakanlık görevlisi tayinimi Kadıköy Akşam Orta Okuluna yazdı.

İstanbul bana çok şey öğretti. Bildiğim gibi ders çalıştım. Daha ilk günden aklımda şu vardı: “Benden yedi sekiz yaş küçük çocukların arasında, öğrencilerimle aynı sınıftayım. Onlardan bir farkım olmayacak mı? Ekmeği kulağıma mı götüreceğim?” Elbette hayır! Askerde Yılmaz ne demişti? “Biz ODTÜ mezunları siz Gazililere Fizik Öğretmenliği yapabiliriz.” Hodri meydan demiştim. Ama Yılmaz Türkçe fizik bilmediğinden İngilizce öğrenip onuna yarışacaktım. Üç ay içinde “English 900” adlı altı kitaplık seriyi hatmetmiş, en bin beş yüz kelime öğrenmiştim. Yılmaz ile dostluğumuz ilerlediği için 10519 nolu öğrenci onunla yarışmamıştı. İkinci olarak fen fakültesi mezunu çivinin beri de aynı şeyi söylemişti. Kimya laboratuarında etiketi düşen iki yüz civarındaki maddeyi tespit edip etiketlerini yapıştırırken, o zat Van de Graf jenaratörünün yerini bana sormuş, demonte vaziyetteki aleti bularak ona kimin fizikçi olduğunu anlatmıştım. Şimdi burada İTÜ sıralarında otururken herkes gibi akıntıya kendimi bırakamazdım. Farklıydım, yalnızdım, öğrenmem gereken onca şey vardı.

En önemli konu “Ağır Sanayi” idi. Bu konuda uzman yoktu, hala yok demeyeceğim. İTÜ içindeki her hocaya karşı sonsuz saygım vardı. Türkiye’de her kesin bel bağladığı bu iyi niyetli insanlara bakarken benim beklediklerim ile karşımda yaşayanlar arasında ne kadar fark olduğunu hayretle müşahede etmeye başladım. Bu durumda başkalarının tepkisi onları küçük görmek şeklinde tezahür edebiliyordu. Bense bu durumu kendi eksikliğim olarak algılayıp daha bir inatla kendimi geliştirmeye yöneldim. İzmir limanında tercüman bulamayıp oradaki hamallardan medet beklediğini anlatan albaydan bu güne epey yol alınmıştı. Öğretim üyelerini durumunu değerlendirdim:

İlkin yabancı hocalar vardı. Yabancılarla beraber yerli hocalar yetişmişti. Son olarak da bütün hocalar bizdendi. Bu durumda, yurt dışındaki üniversitelerle aynı seviyede çalışma yapabilecek bizler yetişmeliydik. Bana göre başarı mevcudu yakalamak değil, bir adım öne geçebilmekti. Yoksa başarısız olmuş olacaktım. İşte bu noktada kime gitsem elinden gelenin en iyisini yaptı. Hepsine müteşekkirim. Bazı yaptıklarımı teşvik ettiklerini belirttiler ama bu asla bir maddi destek olmadığı için bir noktadan sonra hiç bir çalışmayı onlarla paylaşmadım. “Konuş, konuş boştur!” dedi bir yabancı. Bir noktadan sonra yaptıklarınızın maddi karşılığı yoksa, insanların iltifatı alay etmek gibi geliyor.

Camiliyayla’da kendimi göstermiş, Halıser’de başarılı olmuştum. Maddi olarak dayanılmaz bir sıkıntı içindeydim. Senato toplantısı sonrası Makine Fakültesi dekanı ile Rektör beraberce çıkıyorlardı. Hakkımda o kadar çok şey bilen ve beni herkese metheden bu ikiliden bir yardım beklerdim. O günden sonra bir daha hiç bir çalışmamı kimseyle paylaşmadım. Belki cezasını çekmek gene bana kalmadı mı? Otuz yıllık ömür bu sayfaya sığmaz diye düşünüyorum. Yeri ve zamanı geldikçe başka olaylara da değineceğim.

Şimdi her hangi bir üniversitede öğretim görevlisi olmak istiyorum. Eğer birisi dost ise, filanca üniversitede öğretim görevlisi olabilirsin desin canımı vereyim. Elbette bu can verme lafın gelişi, yani yeteneklerimi konuşturacağım demek istedim. Marifet iltifata tabidir gibi bir laf etti bir aziz dostum. Acaba ne zaman ciddi bir dosta rastlayacağım…

Konu benim dışımdaysa ben haddimi bilirim. Gidip kimseye “Ben Jammer yapabilirim…” diyemem. Ama bu cihazla çözülmesi düşünülen probleme çok farklı açıdan bir çözüm bulabilirim. Dedim ama herkes kariyerlilerin peşinde. O zaman size kariyer yapamayacağım konuların bir listesini ekleyeceğim. Yakında bekleyiniz. Her şeyin gönlünüzce olması, iftarlarda herkesin en güzel yemeklere kavuşması, sevdikleriyle orucunu eda edebilmesini dilerim

Pazartesi 8 ekim 2007

Yorum bırakın