Hawaii Gezisinden Evvel

YAZICI DOSTU

SELAM VERMEK YASAK MI?

Her zaman konuştuğum, merhaba ettiğim insanlarla ilişkilerimiz nasıl acaba? Özellikle şu hafta “ben senden akıllıyım, biz senden akıllıyız” diyenlere gülüp geçiyorum. Filanca adam şöyle kötü falanca ülke de böyle kötü derlerken şu soruyu sordum: “Madem siz haksızlığa ezilmişliğe karşısınız da bana yapılan haksızlıklar karşısında ne yaptınız?” Filanca, falanca ve filanca kimin adamı bakalım? Neyse, ne kadar pirinç iki misli su misali oldu her şey. Bir partinin adamlarıyla sohbet ediyorum: “Biz farklıyız!” diyorlar. farkı gördüğümüz zaman “sana küstüm!” diyenler olmayacak…

ÇOCUKLAR

On dört Eylül pazar akşamı Sultanahmet’teyim. Bir arkadaşla sohbet ediyorum. İki veya üç yaşlarında bir çocuk yaklaşıyor, elindeki iki parmak kadar mısır koçanını bana uzatıyor. Babası hırsla çocuğu geri çekiyor ama benim gördüğüm saf ve temiz bakışları çocuğun gördüğü kocaman bir gülümsemeyi engelleyemiyor…

Şu ilkokul çocukları kadar muhteşem varlıklar olamaz. Kendimi onların hizmetkarı gibi gördüğüm için efendilerimi asla kırmamağa gayret ettim. Bir kol boyundan daha uzakta, üç adımdan daha yakında oldukları sürece onları yüksek devlet makamında oturan idareciler kabul ederek saygıda kusur etmedim. Yüreğim büyüdü ve büyüdü haykırmak istedim: Ben hayatta hiç sıkıntı çekmedim, yaşıyorum, yaşamak muhteşem bir şey…

ESKİ ZAMAN OLUR Kİ

KABADAYILAR

Benden yedi yaş küçük yeni yetme biri ile beraber dört kişi aynı odada kalıyoruz. Hepimizde çok farklı illerden gelip bu yurda girmişiz. Hani insanlar biri birlerini tanımak için bir şeyler derler ya, delikanlı da öyle dedi: “Benim abim küllükte ülkücüleri kovalamış!” Eh olabilir ne diyelim ama iş bununla bitmedi. İş sayılara döküldü. Üç, beş derken tam otuz beş ülkücüyü bir tespih bir şalvarla önüne katmış… Neyse gün geldi abisi de damladı. bana göre birazcık daha kısa ama bayağı kuvvetli görünüyor. Hiç beklemediğim bir anda Karaoğlan filmindeki Camoka gibi, kollarıyla kaburgalarımı çevreleyerek kaldırdı ve sıkmağa başladı…

ZOR OYUNU BOZAR

O zamanlar seksen kilo kadardım ki ne hikmetse bu toprakla yoğrulmuş çiftçi çocuğunu gözüne kestiren ilk o değildi. Aslında gücü beni havada tutmaya anca yetiyor gibi olsa da hafifçe kendimi sıkınca ne tür bir insana rastladığını anladı. Bozuntuya vermeden bıraktı. O günden sonra bir daha bu yabancı abinin hikayelerinde bilmem kaç tane ülkücü delikanlıyı nerelerde kovaladığı konusu geçmedi. Ya benim ülkücü olmadığıma kanaat getirdi ya da ülkücülerin kolay lokma olmadığına, birini bile yıldıramadıysa otuz beşini kovaladığını söyleyerek gülünç duruma düştüğüne karar vermiş olmalı.

YOBAZLAR

Hala şu yobazlar hakkında her şeyi açıkça anlamış değilim. İlkokul öğretmenliğim ilk günlerinde yakın camideki imam arkadaş eşyalarımı yerleştirmeme yardım ederken bir teklifte bulundu. “Şu marka sobayı al, giderken de aldığın fiyattan ben senden geri alayım!” Ve dediğini yapan bu imam dostu hiç unutmadım. Pek çok köy imamı da aynı şekilde her zaman yardımcı olmuştur. Hangi akla hizmet ettiğini anlamadığım bir kısım geri zekalılar bir sunum ekmeği çok görürken bu kimseleri YOBAZ ilan etmem için telkinde bulunabiliyorlar. Aslında yobaz listesi çıkarmak gibi bir niyetim yok ama insan kıymeti bilmeyen herkesi o listeye yazardım…

SOLCULAR

Annesi ve babası öğretmen bir arkadaşımla uzun bir tren yolculuğu yaptık. O kadar zeki olmasa da, aile terbiyesi ona insan ilişkilerinin esasını öğretmiş olmalı ki kibarlığını örnek almaya çalıştım. Ona bu ahlaki değerlere sahip insanlar hemen her siyasi partide vardır. Bu yüzden insanların yüzlerine bakarken ahlaki yapılarını anlayıp dostluk kurmaya çalışırım. Beş on tane kadar bu insanlardan öyle huzur dolu zamanlarda sohbet ettik ki aklıma ne solcular, ne sağcılar ne de diğer siyasi gruplar aleyhinde laf etme gelmedi.

AKILLILAR

Seksen sonrasında rahmetli Özal döneminde kurulan bir fondan para alan adam rakip partiye gidip paraları teslim etmiş, gazetelere haber olmuştu. İğrenç bir haberdi bu! Eğer o partide ben olsaydım iki şekilde düşünürdüm: İlki bu adam bizim adamımız, parasını vereyim evine gidip çoluk çocuğuyla yesin! İkincisi: Bu adam akıldan biraz fukara galiba, madem parayı bize getirmiş, bu parayı eline verip geri göndereyim ki bizim halkımıza nasıl sahip çıktığımızı herkes görsün… Ama orada yapılan hareket hemen her yerde aynı olup, zeka seviyesi normalden az olan insanlara sataşan bir anlayışın sahipleri… Öyle gördüğüm insanlara müdahale ettim ve eğer gücüm yeterse her zaman da müdahale etmeyi düşünüyorum…

MEVLANA GİBİ

Mevlana’nın meşhur sözünü hatırlatayım: “Ya göründüğün gibi ol, ya da olduğun gibi görün!” Bu söze uyan pek çok insan tanıdım, madem onlar uyuyor ve beğeniyorsam ben de öyle olmalıyım. İşte bu hususu göz önünde bulundurarak siyasi partilere ziyarete gidiyorum. Hangi şartlarda siyaset yapabileceğimi arıyorum. “Ben bu parti ile anlaştım, artık siyasi hayatıma burada devam edeceğim!” demedikten sonra kimse “Aaaa! filanca partiye mi girmiş!” türünden ünlem cümlesi kullanmasın. Otuz iki yıl önce “Lise Öğretmeni” sıfatıyla geldiğim yerde iki yabancı dil öğrenip, iki de üniversite bitirdikten sonra ilkokul öğretmenliğinden emekli olduysam, bir şeyleri öğrendim demektir.

Üç odalı, garajlı, asansörlü bir evde oturmak için acaba kaç yıl daha çalışmam ya da hangi siyasi görüşe selam verme gerektiği filan derken 15 Eylül, saat iki olmuş işte…

BU RESİM NEDİR?

TÜREV NEDİR?

Daha İstanbul’a ilk geldiğim zamanlarda bir matematikçi anlatmaya başlamıştı: Aynı yolda giden ve hızları sırasıyla saatte 80km ve 100 km olsun. Karşılıklı iki arabanın biri birine göre hızını bulmak için, ikisinin hızını toplarız. 100+80 = 180 km/sa. Eğer iki araç aynı yönde gidiyorlarsa, hızlarının farkı arabaların biri birine göre hızını verir. 100-80 = 20 km/sa. Peki iki araba bir kavşağa biri doğudan, biri kuzeyden yaklaşırsa hızları ne olur? Bunu hesaplamak için kullanılan matematik işleme TÜREV denir.

KONUYU DERİNLEMESİNE ANLAMAK

Öğrendiklerimi pekiştirmek için her fırsatı kullanırım. Bu türev meselesini de iyi anladığımı anlatmak için derste benzer bir durumda sordum “Nasıl anladınız mı?” Herkes yüzüme bir tuhaf baktı ve “Yoksa bu adam türev de mi bilmiyor?” dercesine bakanlara konuyu anlatmadan zil çaldı. Galiba bu şaşkınların hepsinden daha hızlı türev alabildiği hiç öğrenemediler. İşte o konulardan biri.

YILDIZLARIN ORTASINDA NELER OLUYOR?

Yukarıdaki resme bakıp bu konuyu bilenlerin arasında sorduğumu düşünüyorum: “Adamlar hedef tahtasını neden böyle farklı isimlendirdiler acaba? Tam ortaya 12 yazsalar olmaz mıydı?” Aklı selim olanlar belki bunun bir yıldızın enerjisini başlangıçta Hidrojenden elde ederken, hidrojen bitince helyum yanması ve en son demir yanmasıyla hayatını bitireceğini söyleyecektir. Yıldızlar böyle işte…

YILDIZLAR ÖLÜR MÜ?

Yıldızların oluşumlarından itibaren ne kadar yaşayacakları, hangi evrelerden geçecekleri, en sonunda nasıl beyaz cüce, veya nova ve süpernova döneminden sonra, nötron yıldızı ya da kara delik olacakları ile ilgili çok detaylı çalışmalar vardır. Gökteki her cismin hatta Samanyolu’nun bile bir ömür çizgisi vardır. Onca yıl aradan sonra bu resmin karşısına geçip muziplik yapmak fikri aklıma geliveriyor işte.

BU RESİM NEDİR?

Buradaki isimlendirme yanlış olmuş. Bu harflerin Türkçe karşılıklarını yazacağım! Hem zaten katman sayısı az olmuş, ben on iki yapmak istiyorum. Orada uranyum neden yok bakalım? Bu resme belki de boyalı fırça için hedef tahtası yapsam olmaz mı? Bu resmi yorumlamak hem de otoritelerin arsında yorumlamak isterdim. Sanırım emekli olanlara söz hakkı vermiyorlar. Belli olmaz, hani ne derler “Amerika, fırsatlar ülkesi!” var ya, ben de bir fırsat yakalayacağımı düşünsem fena mı olur? 14 Eylül 2008 saat 11:00

BİG BANG = BAŞLANGIÇ

LHC = Large Hadron Colloider.

Bilim çevreleri çok itibar etmese de, CERN’de temmuz ayında yapılması öngörülen bir deneyin dünyanın sonu olabileceği iddiaları dünya basınında yer bulmaya başladı.Bilim insanlarının dünyanın oluşmunu anlamak üzere yapmaya hazırlandıkları küçük ölçekli “big bang” deneyinin, dünyanın sonu olabileceği iddiasıyla, durdurulması için dava açıldı. Walter Wagner ve Luis Sancho adındaki iki bilim insanı, deneyin bir kara delik yaratacağı ve bunun dünyayı yutacağını iddia ederek deneyin durdurulması isteğiyle dava açtı. CERN yetkililerine göre ise kara delik iddiası saçmalık BURASI ALINTIDIR:

Basında yer aldığı ve açıklamalardan anladığıma göre yapılacak deney için iki yüz milyon dolar harcanmış. KIYAMET filan diyorlar ama neler oluyor acaba?

HADRON dediğimiz zaman kütlesi defalarca proton büyüklüğünde parçacıklardır. Bunlar çarpıştırılacakmış. İki koç çarpışsa ne olur? Sadece gürültü çıkarırlar. Peki iki koçu taksinin önüne monte eder de boynuz boynuza çarpıştırırsanız ne olur? Çok vahşice ama ne boynuz kalır ne beyin…

Şimdi bunu yapıyorlar. Elektronsuz hidrojen yani protonlar çarpışacak. Artık ortaya çıkacak olan ne olabilir? Bang bang Lucky Luke!

İki su damlası yağlı tavanın ardında karşılaşırlarsa birleşip daha kocaman bir damla olur. Güneşin enerji buna benzer bir olay esnada oluşur. Şimdi çarpışan hadronların enerjisi güneşin ortasından daha büyük bir sıcaklık ise ve gerçekten yeteri kadar büyükse, çarpışmadan sonra çok farklı bir işlem olabilir. Bir kocaman parçacık yerine sayısı birden fazla küçük parçalar oluşabilir, normalden farklı bir radyasyon Salılımı da beklenebilir. Haydi rasgele…

Ben ne bekliyorum biliyor musunuz? Acaba Neutrino türü yeni bir parçacık olabilir mi? Şu hani güneşin ortasından çıkıp gelen ama dünyaya değmeden geçebilecek parçacık…

Hele deney neticesi belli olsun bakalım neler olacak. Bu benim o kadar ilgilenmediğim ama kulaktan dolama duyumlara kaba yorumum.

ŞİMDİ BU DENEMEYE BAKAN DA DİYECEK Kİ BİR PROTON HİÇ BU KADAR HIZLI OLMAMIŞTI… YOK YA! PEKİ KOZMİK IŞINLARDA AKA PROTONLAR TRİLYONLARA VARAN PROTON ENERJİSİ İLE ATMOSFERE GİRİNCE NE OLUYOR? bENZER PROTONLAR GÜNEŞİN KORONASINDAKİ PLAZMA HALİNDE BULUNAN PROTONLARA HİÇ ÇARPMADI MI MİLYONLARCA YIL…

KIYAMET KOPMAYACAK AMA LABRATUAR ORTAMINDA DATALAR ELDE EDİLECEK. HELE YAYINLASINLAR DA KONUŞALIM… 10 eylül sabah saat 3 gibi.

YENİ İMAJ

Yeni image yani yüzümün yeni resmi. Fotoşop ile kendime sakal takamayınca düşündüğüm sakalı ekledim bakalım nasıl olmuş.

Beğenmezsem keserim nasıl olsa… Hem bu halimle bakarsınız dünya görüşüm hakkında daha olumlu düşünen arkadaşlara rastlarım.

Hazır konu açılmışken otuz yıl önce birileriyle tanışmıştım. Ev, araba, arsa, tarla… Dile benden ne dilersen diyen akıllı amcalar. Şimdilerde bakıyorum da etrafta ne kadar akıllı adam var ama onlarla ne konuşacağım ki.

Sosyalleşmek lazım arkadaş çevresi bulmak lazım.

ORGAN NAKLİ

MEZARLARA KONAN MALZEMELER

Müslüman mezarlarına işe yarayacak hiç bir şey konmaz. Sadece ölünün durumunu gizleyen, örtünmesini sağlayan kefen bezi kullanılır. Sapma yapıldıktan sonra bir veya iki sıra kerpiçle desteklenen ölünün üzerine gene kerpiçle kapatıp toprağı örterler. Bu yüzden Kundullu’da mezarlarımız çökmez.

LİZOZOM

Alyuvarlar hariç hayvan hücrelerinin tamamında bulunan Lizozom adlı organel, öldükten sonra yırtılarak hücreyi sindirir. Yani ölümden bir müddet sonra geri dönüşü olmayacak şekilde tüm hücreler bozulurlar.

Organ Nakli caiz mi?

Bu soruyu çok seneler önce sormuşlar ve Diyanet bir cevap vermiş. Ama bu gün çok sevimli bir bilim adamı karşılaştım ki bu konuda şunu söylemişti: “Ne veririm, ne de alırım!” Yani olmaz demiş ve bütün gazeteler de olayı yazmıştı. Diyanetin yirmi sekiz yıl önce verdiği fetvayı ya okumamış ya da benimsememişti…

DİŞ DOKTORUNDA

Diş doktorunun sondasından sonra ilk hatırladığım şey yavaş yavaş çevreyi görmeye başladığımdı. Adam başparmağıyla üst çenesini yukarıya iterek heyecanını belirtmişti. Daha sonra kan verirken de çektiğim sıkıntıları hatırlıyorum. Geçenlerde gene dişçideydim ve hekimin nasıl bütün gücüyle yirmilik dişi çekerken çabasına baktım. Artık kesilip biçilmenin acı vermediğini biliyorum…

karaciğerimden parça

Doktorum karaciğerimden parça almak için verdiği malzemeleri getirdikten sonraki işlemler hayli ilginçti. Üç doktor sırayla muayene edip kaburgalarımın arasında bir açıklık bulup kocaman kanülü göğüs kafesimin solundan daldırdılar. Hiç bir şey hissetmedim. Sonrada sadece sağ tarafa yatmamı ve bir müddet öyle kalmamı söylediler.

Ben ne düşünüyorum?

Değil öldükten sonra, ölmeden bile sizi kesip biçerken acı duymuyorsunuz. Hem zaten mezara da işe yarayacak değerli şeyler koymak yasak değil mi? Bu duru mda belki belki birini hayata daha sıkı bağlayacak bir organı heba etmek neden? Hangimiz bir yaz gününde vefat eden yakınımızın mezarını bir hafta sonra açtırıp görmek isteyebilir ki? Daha bir hafta önce hiç kıyamadığımız varlığımızın halini bir düşününüz…

TEDBİRLER

Alınan her organa mevtanın vatandaşlık numarası verilip bilgisayar ortamına girilsin. Organ kime takıldıysa kayıt düşülsün. Menşei belli olmayan organlar kullanılmasın, bulunduranlara yasal soruşturma açılsın. Böylece organ mafyası denen karanlık kişilerin ortaya çıkmaları engellensin. Zaten diyanet de organ bağışının parasız olmasını öngörerek bir tedbiri de söylemiş olmaktadır.

Altı Eylül iki bin sekiz olmuş bile… Ama sahura daha çok var…

KLASİK DEVLET MEMURU

AKŞEHİR MÜFTÜSÜ

Ağustosun dördüncü Cuma günü Ilgın kaplıcalarında Akşehir Müftüsünü dinlemek nasip olmuştu. Hacı Kadir rahmetlinin ahbabı olduğu için ne kadar mükemmel bir insan olduğunu düşünerek bütün müftülerin mükemmel olacağı fikri yerleşmiş olmalı ki İstanbul Müftüsünü ziyaret etmek isteği hasıl oldu.

İSTANBUL MÜFTÜSÜ

Ağustosun son Cuma günü Sultanahmet camisinde bir tartışmaya şahit olmuştum. Müslümanlığa yapılan saldırıları karşılamak benim işim değil ama insan ortamın içinde gülümsemeden edemiyor. Hem bu konu hem de kurban kesme konusundaki aykırı fikirleri müftüye iletecektim. Ama araya “ÖĞRENCİ AFFI” meselesini de koymak istedim.

Sadece bir dakikalığına da olsa İstanbul Müftüsü ile sohbetimiz oldu. Karşımdaki hem bir profesör hem de il müftüsü olsa da İstanbul Defterdarı ile görüşmemden farklı bir durum yoktu. Tıpkı düşündüğüm gibi “Öğrenci Affı” onu ilgilendirmiyordu. Ama kim bilir belki de birileri beni çoktan duymuştur.

ÖĞRENCİ AFFI

YTÜ için bana referans olan ya da bana YTÜ Fen Bilimleri Enstitüsünde doktora yapmayı tavsiye eden Hasbi YAVUZ olmuştu. Ama onun selamıyla bana Almanya’da doktora tezi yaptırmayı söyleyen Doğan ÖZGÜR karşıma tam bir kabus olarak çıkacaktı. O zaman Ankara’ya iletmem gereken şuydu: “Doktora Tezi yaparken Üniversite ile mahkemelik olan öğrencilere başka bir üniversiteye kabul ve danışman bulunma hakkı verilmeli” ibaresini içermeliydi.

İL MİLLİ EĞİTİM MÜDÜRÜ

Senelerce önce İstanbul Milli Eğitim Müdürü ile konuşmam gerekti. Onca denemelere rağmen İstanbul MEM ile konuşmak nasip olmadı. Bu ümitsizlik bana çok ağıra patlamıştı. İlim öğrenmek beni kurtarmayacaksa, mutlu etmeyecekse çalışmalarımdan kimsenin haberi olmayacak. Milli Eğitim camiasının tepesinde bana dost kalmadı sanki…

KAR ETTİM

Bu gün İstanbul Müftüsü ile görüşmek bana iki saate mal oldu. Onun yerine MEB veya Başbakanla görüşmeğe gitmeye çalışabilirdim. Bu bana iki güne ve en az iki yüz liraya mal olurdu. Bir dakika içinde Başbakana kendimi anlatamayacağımın provasını yapmış oldum. Ayaklarım yere basmıyor çünkü boğazıma kadar toprağa gömülüyüm. Sanırım ölüm umutsuzluğun ardında bekliyor ve çok yakında…

Beş Eylül iki bin sekiz ve iftara yirmi dakika var…

KUNDULLU’YA GİTMİŞTİM

MEZARLIĞA NE ÇOK İSİM YAZILMIŞ

Otuz iki yıl önce bir bayram günü yukarı caminin önünde sanki beni karşılamak için dizilmiş gibi oturan, benden en az otuz yaş büyük yetmişe yakın köylüm vardı. Her biri ile bayramlaşırken adeta savaştan dönen ordu komutanı gibi sevildiği hissediyordum. Halbuki bu defa Cuma camisinde benden yaşlı kimse yoktu işte… Mezarlığa uğradım…

Kadın erkek, çoluk çocuk demeden ne kadar çok insan huzura ermiş burada. Hemen her aileden insanlarımızın doldurduğu bu mezarlık bana çok çekici geldi nedense. Eğer çok uzak bir yerlerde hakkın rahmetine kavuşmazsam ve kimseye aşırı maddi yük getirmeyecekse beni bu mezarlığa defin etsinler… Burada yatanların ümitleri arasında neler buluyorum anlatamam ama artık dünyanın hiç bir yeri buradan daha önemli görünmüyor.

ÖTE YÜZE ZİYARET

Babamla beraber önce Yunak’a oradan da Kuzören, Turgut, Hursunlu ve Harunlar’a ziyarete gittik. Çoğu uzaktan akraba bu insanlarla siyaset konuştuk. Ortak fikirleri seçilecek bir sıra alma üstüne kuruluydu. “Hele sen kendine seçilebileceğin bir sıra bul, hepimiz sana atarız, attırırız!” şeklinde özetlenebilir. Öte yüzdekiler benim kanatlarım olacak sanki…

İMZA TOPLAMA

Tuzlukçu için her zaman erişilmez insanların olduğu yer imajı aklımda yer etmiştir. Musaların Oda içinde bura ile ilgili anlatılan anılar, peri masallarındaki gibi mükemmel insanların varlığını düşündüm senelerce. Gelip geçerken hemen hiç beklemeden geçtiğim için de kimseyi yakından tanımıyorum. Ama olsun, bir şekilde anlaşıyoruz ve eğer seçimlere katılmak istersem, beni destekledikleri konusunda imza kampanyası yapma fikri ortaya geldi. Tuzlukçu ve civarından belki on bin imza bulunabilirmiş. Elbette bu rakam için Ilgın, Yunak, Akşehir, Doğanhisar gibi ilçelerdeki tanıdıklarını da hesaba katarak bu sayıyı buldular.

Bizim köyde de dere mahallesinden başlayıp Çumra’ya kadar bir bölgeden beş bin oy daha hesap eden dostlarımı hesaba katınca oldukça yoğun bir taraftar bulma potansiyeli görünüyor. Bunun en büyük sebebi bizim bölgemizden hiç milletvekili seçmediğimiz ve benim mühendis olarak yeteneklerimi ortaya koyabileceğim hesabı var…

UMUT VE YOKLUK

Bir eylül itibarı ile bir yerlerde olmayı düşündüğümü yazılı olarak belirtmiştim. Ama gel gör ki evdeki hesap çarşıya uymadı. Hesap üzerine hesap bindi. Sanki Lise öğretmeni olan birinin otuz yıl daha dirsek çürüttükten sonra ilkokul öğretmenliğinden emekli olması kadar zor bir durum yokmuş gibi, içimdeki bir güç kaynağının öldüğünü hissediyorum. Bir yanda hala gelecek hesapları yapan umut kapısı, diğer yanda artık benimle ilgilenmeyen insanların oluşturduğu yokluk kapısı…

ÇIKIŞ YAKINDA

Almanya yolculuğu hayatımı değiştiren en önemli dönem olarak bir Eylül günü Ankara’dan son model bir otobüsle başlamıştı. Her şeye rağmen yeni bir adım, yeni bir sıçrama, maddi ve manevi her tür desteğin ruhuma ümit verdiği bir zamandı… Ama artık aynı kapıyı tekrar açabilme uzak görünüyor… Kim bilir, belki bu Eylül uğurlu gelir de demir kanatlar beni bir başka ülkeye taşırlar… Ne olursa olsun yeni bir çevreden Umut dolu olarak dönebilmek en büyük dileğim olacak…

Dört Eylül 2008 sabahından önce bu sayfalara koyacağımı düşünerek yazdığım yazıları bir kenarda bırakarak bu sayfayı yeniden gözden geçirmiş oldum…

SİYASET YAPMANIN ÖNÜ AÇILDI

SIRA SİYASETTE

Emekli olduğuma göre artık konuşmalarımdan etkilenecek öğrencim yok demektir ki istediğim gibi siyaset konuşma hakkına sahibim. Bu konuda tecrübesiz sayılmam çünkü her zaman için olaylara farklı baktım.

BAYTARIN OĞLAN

Koca Baytar dedikleri birini hiç tanımadım ama Emine Halamın beyine “baytar” ya da “Baytarın Oğlan” derlerdi. Koca Baytar’ın öbür oğlunun adı Ahmet idi ve ona da “Baytarın Ahmet” dediklerini biliyorum.

Kehribar ağızlığı, takım elbisesi, ismet Paşa posteriyle tezgahın ardından Atatürk gibi uzaklara bakardı. en önemli özelliği hep “Biz şunu yatık, biz bunu yaptık!” şeklinde çalışmalarını anlatır ama başkalarını kötülemezdi. Rahmetliye benzer her siyasetçiye karşı ona duyduğum saygıyı duydum…

HEPSİ BU KADAR DEĞİL ELBETTE

Kundullu denilen bu küçücük köyün kocaman insanları vardı. Annemin annesinden bile yaşlı kadınlar, babamın babasından önce doğanlar ve ben doğmadan otuz yıl öncesine kadar ölmüş olanlar arasında efsane isimler, hatıralar, yüzler kalmış aklımda. Selam verdiğim, sohbetini dinlediğim pek çok insan ilk olarak neden kendileriyle ilgilendiğimi merak etmişlerdir.

O GÖZLERİ TANIYORUM BEN

Kadıköy’de iskeleye gelirken, bir kesi besleyen emekli bayana takıldım kaldım. Altıncı hissi kuvvetli ve cumartesi gün dünyaya gelmişti. Mavi yeşil gözlerinin renkli kısımlarında serpiştirilmiş siyah benekler vardı. Aynı gözlerden vapurda kocasıyla seyahat eden bir Amerikalı kadında da görmüştüm. Kurtuluş’ta evinin penceresi önüne park ettiğim yaşlı kadın da bu gözler vardı. Onlar bir anne, bir nine, bir kadın, bir insan olarak bana büyük umutlardan bahsediyorlar ama Kundullu’da o gözleri kimde gördüğümü hatırlamıyorum…

DANIŞMANLAR

Neredeyse benim yaşlarımda birisi olan Karl Rove iyi bir politik danışman olduğunu Amerika Cumhurbaşkanı’nı keşfederek göstermiş. Ben de her zaman politikaya girerken yanımda güvenebileceğim bir danışman aradım ama şu ana kadar öyle biri karşıma çıkmadı.

GERİ Mİ DÖNMELİ?

Bir çok tanıdık var ki her an politikanın ya da siyasetin aleyhinde konuşur dururlar ama bir yandan da ağızları sürekli siyasi görüşlerini anlatır. “Kuş Kafeste” oyunu oynayan bu adamlar hiç beni bağlamadı çünkü hedef “BİLİM” olmuştu. Şimdi yeniden kaldığım yerden Üniversite işine geri mi dönsem acaba?

ŞİFRELEME

Yavuz Donat bir vitrine yerleştirdiği anekdotları arasında usta politikacıların neyi nasıl şifrelediğini anlatır hep. Son zamanlarda sardırdığım unutma, dinlememe, hatırlamama şeklindeki savunma mekanizmasının bilimsel çalışmalarımı yok etmesinden korkarak onları bir şekilde bir yerlere attım gitti. “Doğru zaman ve doğru yer” ile deşelemediğim sürece unutulmuş olacaklar. Dünyanın her hangi bir yerinden bir manzara, bir isim, bir resim, bir müzik bana unuttuğum pek çok şeyi hatırlatacak belki…

BİZİMKİLER

TİPİK DAVRANIŞLAR

İnsanların biri birlerini en çok etkileyen özellikleri görsel olanlardır. Sınıfa gelen bir velinin – Daha önce hiç görmediğim halde – hangi öğrencinin babası olduğunu tahmin edebilmişimdir. Gökhan sarışın bir öğrencim olduğu halde içeri gelen sarı benizli adamın tek bir omuz hareketinden Gökhan için geldiğimi fark etmiştim. İnsanların davranışlarının çoğunu görme izleme yoluyla edindikleri kanaatindeyim.

KOL SAATİ

Bizim zamanımızda her asker mutlaka bir hatıra fotoğrafı çektirir, her çektirdiği fotoğrafta da saatli kol göğüs hizasında görünürdü. Bin beş yüz dolarlık altın saatimi alan Pevrildane, beş saniye içinde kapağını açmaz mı? Yerine bir türlü oturmayan kapak tam da Kuşadası’nda plaja girerken açılıp deniz suyu içine doldu. Tamirine üç yüz dolar istedikleri saatim hala bire yerlerde duruyor ve o gün bu gün kolumda saatle resim çekiremedim.

GÖMLEK YAKALARI

En çok kullanılan gömlekler arasında mavi, yakaları kalkık olanlar giyilmiştir her halde. Benim de vardı ama bir Alman’ın hediyesi gömlekten bir daha bulamadım. Yakası ve kol yakaları beyaz olan bu gömleğin benzerini yetmiş alman markı verip aldıklarımla bile giyemedim. Nasıl bir mavi güzel gömlek anlatamam.

FİT BLEİBEN

“Sizin Türkler çok zengin!” dedi bir Alman. “Otuz yıldır kilom değişmedi, hala otuz yıl önceki takım elbiselerimi bile giyebiliyorum. Siz Türkler her yıl bir takım elbise diktirmek zorunda kalıyorsunuz!” Almanya’daki insanlarımız için bu doğru ama bizim Turgut ve civarı için bu doğru değil. Bizim insanlarımız arasında kilo problemi olan bir elin parmakları kadar yoktu bir zamanlar. Bakın Hasan Emmi de hiç kilosu olmayan biri işte…

DOĞAL BESLENME

Pişmişini yediğim her sebze veya meyveyi çiğ olarak tüketebilirim. En azından tadına bakarak alırım ve irkilmem. Çiğ ya da pişmiş, Hasan Emmi’nin yediği mısırdan ben de istiyorum…

BÜYÜK İMTİHAN

TESPİH BÖCEKLERİ

Rüyalarda gördüklerimizin çoğu, günlük hayatta gördüklerimizin şuur altımızda yorumlanması olduğunu duymuştum. Uzunca bir zaman tespih böceklerin bir başka böcek tarafından yenmelerini önleyen bir oyunla ilgilenmiştim. Şimdi beklenilen o ki; sayısız tespih böceklerinin olduğu bir rüya ile karşınıza gelmem şeklidir. Gerçekten milyonlarca TESPİH BÖCEĞİ gecemi alt üst etmiş olabilir mi?

OKTAY SİNANOĞLU

Türkiye’de bir çok insanın yakından tanıdığı bu sevimli bilim adamı ile oturup çay içmişliğimiz oldu. O sohbet esnasında her zamanki gibi “aldığımı -bulduğumu” konuşmak yerine, çocukluğumda Evrannı suyunun başında yaptığım gibi, neleri ne kadar bilebildiği konusu da aklımın bir yerlerinden geçmiş olmalı. İşte bu gece gün yüzüne o çıktı…

TÜRKİYE’DE İLİM BİTMİŞTİR!

O gün bu sözü sadece dinlemiştim. Ona olan saygımdan dolayı da “Ne kadar da doğru konuştunuz!” diye de tasdiklemişimdir. Ama neden bilmem dün akşam aklıma takıldı işte. Babamın harmanında badas çalkarken kalburun içine hiç aklımda olmayan şeyler doluverdi. “İsmet Paşa, Amerika, Bilim ve Oktay Sinanoğlu” Dönüp dolaştım ama sorunun cevabını bulamadım.

1- Türkiye’de ilim bitmiştir! Yani Oktay Sinanoğlu artık Türkiye Cumhuriyetinde bilim adamları batılı anlamda bilimsel çalışma yapamamaktadırlar demek istemişti.

2- Türkiye’de ilim bitmiştir! Yani Oktay Sinanoğlu artık pozitif bilimlerle, kimya ile ilgili hiç bir çalışma yapamamaktadır veya yapmamaktadır.

3- Türkiye’de ilim bitmiştir! Yani Oktay Sinanoğlu artık “Mustafa ARSLANALP” bilimsel kariyerinin sonuna gelmiştir, kendisiyle konuştum, O sadece bir ilkokul öğretmenidir, otuz yıllık çalışması fos çıkmıştır… demek mi istemiştir. Birini, ikisini, hepsini veya bir dördüncü ihtimali de ima etmiş olabilir mi?

EMEKLİ ALBAY

Şeker ilacımı yazdırırken sevimli bir vatandaş gözüme çarptı. Derdini anlamak, iki kelime etmek için ilaçları bahane edip yanına yaklaştım. Kunuri Savaşlarında Kore’de bulunmuş, güngörmüş bir vatandaş ama tansiyon derdi varmış. Çaresini söyleyeceğim ama öyle dertli ki benim tavsiyelerim pek işe yarayacağa benzemiyor. Bir çırpıda seksen yıllık ömrünü bir sunumda gördüm sanki…

DÜLDÜLÜN HIZI

Hz. Ali Düldül ile giderken çok hızlı yol alırmış. Yalnızca Düldül üç yüz arşın adım atığı için değil ama yerler de dürülürmüş. Yerlerin Dürülmesi mi? Yani Aynştayn’ın anlattığı gibi uzay – zaman bükülmesi mi oluyormuş… Acaba ben şu Hz. Ali hikayelerini yeniden okusam mı? Medrese hocası olan Buhara’lı Hoca’nın aydınlık yüzü bir yerlerden gülümsedi sanki… Şimdilerde yüz yaşını geçmiş olacak olan bu adamın bana güveni hep yolumu aydınlattı adeta. “Sen bilirsin, sen her şeyi öğrenebilirsin!” derdi adeta ama sadece cüz okuttu bana herkese Arapça öğretirken. ..

UZAY ZAMAN BÜKÜLMESİ

Düldül yol alırken Uzay – Zaman bükülmesi mi oluyordu? “Evrannı” bir meradır ve güzelim yeri Keşanlı işgal etmiştir. O güzelim suyun başı bir memleket sevdası gibi durması gerekirken kanunlara meydan okuyan birileri oraları işgal etmiştir. Halbuki tam da orada bir büyük kurulun önünde imtihan verecektim… Orada hem soruları hem cevapları hazırlar, yarışırdık üç köyün çocukları: Kundullu, Konarı ve Tursunlu

İKİ SORU

Birilerini oraya davet etmeden önce soru bulmalıydım değil mi? İşte onlardan ikisi

1- Dik dörtgen yerine dairesel bir futbol sahası var. Saydam bir sıvının molekülleri birini kovalıyorlar. Moleküllerin hızı kaçan oyuncudan hızlı olduğuna göre, adam hangi istikamette koşarsa ardındaki bir molekülden kurtulabilir?

2- Zaman her yerde aynı mı? Zaman bir olasılıklar kaosu mu? Zamanın olmadığı yer var mı?

İki çok basit soru işte ve cevabını da herkes düşünecektir. Bunun için profesör olmaya gerek var mı? Ama unutmayınız ki cevap basit ayrıntılarda gizli. Bu sorulara vereceğiniz her cevaba saygım var. Sadece beni imtihan etmeye çalışan biri bilsin ki benim onun soracağı her soruya cevap verme şansım -ki mutlaka daha önceden cevaplanmış ama ona zor gelen sorulardır bunlar – varken benim soracağım sorulara cevap verme şansı olmayacak.

– “Oha be kardeşim, amma megalomansın!” derlerse de güleceğim. İşte cevap .

Varır yıldızlara bir bir bakarım

Gücümü bilirim arşa çıkarım

Felek seni, büke, büke yukarım

Muhannet başıma tokuç olmasa.

NAMUS MESELESİ

KONSOLOSLUK BASKINI

Baskın haberlerinden sonra öyle şoke oldum ki bir müddet ne düşüneceğimi bilemedim. Haberler devam ettikçe vurulan polislere öyle üzüldüm ki sol kolumda sabaha kadar misket girmiş gibi ağrı yaptı. Terörle hiç ilgisi olmayan, konu ile eğitim almamış canlarımız yandılar. Yeni polistiler, umut doluydular, sevenleri ve sevdikleriyle beraber bir alev ki ucu bana kadar dokunuyor. Hısım, akraba, eşim, dostum ve arkadaşlarımın arasında bolca polisler var. Ya onlardan biri de orada olsaydı… Hayatları pahasına namusumuzu kurtardılar kahramanlar…

KIRIM HANI

Kırım Hanlığı’na bir elçi gelir ama Han soyundan gelen birileri elçilere zeval verirler. Çok acımasızca ceza alır elçiye ilişenler. İlköğretim programına konsaydı bu parça diye düşündüm. Turgut ahalisi bazen biri birine acımasız olsalar da asla yabancıya ilişmezler. Türkiye’de ne zamandır bulunursa bulunsun her yabancı misafir demek değil mi? Her diplomat, her turist, her transit geçen insan kutsaldır bizim için…

İYİ VE KÖTÜ

Aradan geçen günler içinde en fazla bu gece bu yazıyı nasıl tamamlarım diye düşündüm. Belki on kere kafamda çevirdim ama vitrine konacak mükemmelliğe erişmedi bir türlü. Ne kadar zormuş köşe yazısı yazmak, fikirlerinizi başkalarına aktarmak! Dini, dili, tabiiyeti ne olursa olsun iki tür insan vardır.

Eğitim almış, insan kıymeti bilen, modern dünyaya adapte olabilecek, kurallara uyan, zamanla kural koyacak konuma gelen kimseler.

Eğitim almamış, insan kıymeti bilmeyen, anasına bile merhamet etmeyecek derecelere kadar değişen kötüler vardır. Belki de bir saniyelik öfke ile bu duruma düşüveren kimseler kötü olmasalar bile bu kısma giren şansızlar…

EVRENSEL AHLAK

Olup biten olaylar karşısında hem yazılı hem de yazılı olmayan kurallar mevcut olduğu için insanların yaptıklarını değerlendirmek benim işim değil. Bir eğitimci olarak yetişen her güzel insanla iftihar etmek kadar, şansız olgular sonunda kötü duruma düşen insanlara da üzülmek benim işim.

İyi için söylenecek söz yok ama belki biz eğitimciler daha güzel bir dünya için el ele verip yeteneklerimizi kullanarak iyi insan sayısını artırabiliriz. “Biz eğitimciler, dünyayı olabilecek en barışçıl noktaya çıkarabiliriz” demek, yaratıcılık vasfı olduğunu söylemek gibi bir şey ama doğrusu sorumluluğumuzu fark edip olaylara bakış açısında iyimser olmayı öğretmek pek çok problemi çözer inancındayım.

SONUÇ

“Namus Meselesi” yazısını daha geniş yazacağım. Türk polisi “suçlu düşmanı” değil, “vatandaşın huzurunu temin” misyonu konusunda hayatını ortaya koyan insanlardan oluşmaktadır. Zaten “Milli Eğitimin Amacı” incelendiğinde, vatandaşı huzur ve güvenle, birlik ve beraberlik içinde yaşamayı temin etmektir. Bu gün bu kadar. 25 temmuz 2008 cuma

KUNDULLU HABERLERİ 19/05/2008

YILDIZ DEĞİRMENİ (Star Mill)

DÜNYAYI TARTMIŞLAR

Akşehir’de rahmetli Fuat Çakıroğlu’nun hemen karşısında anneannemgilin evi vardı. Emekli bir askerin yaptırdığı iki katlı ve bahçeli evin sarmaşıklarla süslü giriş kapısına bakar ve benim de öyle bir evimin olması ihtimalini yıldızlar kadar uzak görürdüm. Fuat beyin akrabalarından bir bayan öğretmen Kundullu Köyü’ne öğretmen olarak gelmiş ve üçüncü sınıfta okuyan kardeşimin öğretmeni olmuştu. Beşinci sınıf öğretmeni ise öğrencilere “Dünyayı tartmışlar, kaç kilo gelmiş?” diye bir soru sorduğunda, öğrenciler ders esnasında gelip üçüncü sınıf öğretmenine sormuşlar. Akşam eve dönen kardeşim de anneme sormuş.

ÇERÇİ HABEŞ

Doğanhisar köylerinden olsun Akşehir’in köylerinden olsun pek çok satıcının çocukluğumda Kundullu Köyü’nü uğrak yeri yaptığını biliyorum. Bunlardan birisi de HABEŞ lakaplı mavi gözlü bir çerçi idi. Bir tarafta camlı bölmesi ile tahtadan bir BAVUL, öbür tarafta iki gözü ve bavul tarafında tek gözü olan heybe si sırtında elinde bir asa çıkar gelirdi. Yumurta, un, bulgur, buğday, ay çiçeği ve yün gibi takas edeceği her şeyle satış yapardı. Elinde beliren, kefeleri iplerle bağlı terazisi onun önemli yardımcısı idi. Habeş’in terazisinde toplam ağırlık her halde üç kiloyu geçmezdi. Bizim bildiğimiz tartı aleti işte bu terazi idi.

KİLO VE DARA

Ertesi gün öğrenciler sınıfa gelip bayan öğretmenden cevabı almak isteyince de kardeşim parmak kaldırıp ben cevap vereceğim demiş: “Dünyayı tartmışlar da terazinin dilinden kim tutmuş?” Bu mantıklı soru beşinci sınıf öğretmenini kızdırırken üçüncü sınıf öğretmenini eğlendirmiş…

Dünyayı teraziye koyan Habeş olabilir miydi? Haydi teraziyi tuttu, o kadar kiloyu nereden bulacaktı? Hem dünyayı tartarken nerede durmuştu acaba?

Zamanla öğrendim. Dünyayı tartmamışlar, Dünyanın Kütlesini Hesaplamışlar… Kavramlar, kavramları algılama, algıladıklarını anlama, anladıklarını ifade etmek, başkasına anlatmak veya başkalarının bildiklerini tespit etmek için soru sormak, İşte öğretmenliğin temelleri…

BULGUR DEĞİRMENİ

Avlunun bir köşesinde uzun süre sürünen bulgur değirmeni nereye gitti bilmiyorum. Tahminen alt taşını babam bir direğin kaidesi olarak kullanmıştır. Daha zayıfça olan üst taşını da çocuklar oynarken kırmışlar ve bir yerlerde kaybolup gitmiştir. Köye düzenli olarak gelen bulgurcu aynı zamanda arpa da ezerdi. Zamanla o da gelmez oldu çünkü Erdoğdu ve Tuzlukçu’da motorlu değirmenler kuruldu. Şimdilerde Ilgın içindeki değirmenler, eliyor, yıkıyor, çalkıyor, kepeği ayrı, azmağı ayrı, kırığı ayrı ve unu da çuvalda teslim ediyor. Ama değirmenin mantığı değişmedi…

YILDIZ DEĞİRMENİ

Nasrettin Hoca “Yıldızları değirmende öğütüp toz yapıyorlar!” deyince aklıma Habeş’in terazisi ve kocaman un değirmenleri geldi. Hem zaten Kundullu Köyü’nün merasını mahveden “Taş Değirmeni” veya “Mucur Ocağı” da vardı. “Dünyayı tartmışlar…” derken sorulan soruları gene soracağız.

AYNI KAFA AYNI MANTIK

Yıldızı kim taşımış, hangi değirmene atmış, Değirmen neden yapılmış? Değirmenin büyüklüğü ne kadarmış? Günde kaç yıldız öğütüyor veya bir yıldızın öğütülmesi ne kadar zaman sürüyor? Değirmenden toz nereye akıyor? Samanyolu’nun büyüklüğünü biliyor musun? A… …? Sorular uzar gider ama cevap, gerçek, ama yalnızca gerçek cevap!

BİLMEM Kİ, BİLMİYORUM Kİ!

Cevabı duydunuz! Şu an ilkokul öğretmenliğinden emekli olan birisinden başka ne cevap bekliyorsunuz ki? O zaman size Turgutluların hikayesini de anlatmak gerek.

ÇALIYA BUĞDAY DÖKENLER

Bin yüz seksen altı yılında kurulduğuna dair kayıtların Konya Altın Aba vakfiyelerinde bulunduğu söylenen Turgut, fakir ama onurlu ve her biri kendi başına müstakil bey olan, aralarında pek deli çıkmayan dedelerimin yurdudur. Her ihtiyaç için başka köylere gittikleri gibi un için de uzak yerlere giderlermiş.

Günlerden bir gün üç komşu un değirmeninin uzun yolunda sıkılır ve sohbete başlarlar:

“Şu soldaki ağaç un değirmeni olsaydı da hemen oraya dökseydim!” der ilki. “Ben senden önce dökerdim” der ikincisi. Üçüncüsü konuşmaz ama arabasını yoldan çevirip çalıya doğru sürer. Diğerleri duru mu? Dört nala uçar adeta çalıya doğru üç kara dedem. Boca ederler çalıya buğdayları, sonra da otların taşların, dalların arasından ayıkladıkları buğdayı bir güzel paylaşırlar.

KÖPRÜNÜN ALTINDAN ÇOK SULAR GEÇTİ

Babamın yeniş yetme tayları, ilk defa gördükleri taş döşeli yolu geçip Adayan Çayı’nın üzerindeki tahta köprüde durduklarından bu güne kırk yıldan fazla olmuş. Gecenin yarısını bir kaç saat geçtiği zamanda yıldızlar altında tek yaprak bile hışırdamazken babamın tayları sakinleştirmesini hissettim gerinin üzerinden. İsa amcamın sol arka tekeri kucaklamazıyla beraber kımıldayan arabayı köprüden çıkardı taylar…

Ne at arabaları, ne un değirmenleri, ne Adıyan Çayı’nın Tahta Köprüsü kaldı artık. Turgut milleti yurdun her köşesinde ekmek peşinde koşar oldu. Otuz iki yılımın tekmili birden oynarken beynimde, bana soru sormayın artık.

Birer birer günler geçer,

Hayat bir gün heder olur.

Yaşanacak günler biter,

Unutulmak kader olur…

EMEKLİ OLUYORUM

OTUZ İKİ YIL ÖNCE

Erzincan dediğiniz yer, karasu vadisi boyunca uzanan, bir yanda Sivas, öbür yanda Erzurum’a komşu harika bir bölgede kurulmuş ilimizdir. Öyle olunca insanları ile anlaşmak hem kolay hem de çok dost canlısı sohbetlerime ev sahipliği yaptığı için her zaman aklımda kalmıştır. Buraya gelişim sanki hiç tesadüf olmamıştı.

KURA ÇEKİMİ

Yüz otuz sekizinci dönem muhabere yedek subay adayları nereye dağıtım olacakları ile ilgili kura denemesi hazırladılar. En gözde yer İzmir olurken, doğudaki illere pek talipli yok gibiydi. İlk kurada bana Erzincan çıktığında aldırmamıştım, çünkü yer seçmek aklıma bile gelmemişti. Kurayı beğenmeyenler, deneme olduğunu bildikleri halde, belki de ikinci kurada İzmir çıkar diye yeniden denediler. İşin tuhafı kimisi istediği yeri çıkarırken bana ikinci kere de Erzincan çıkınca gene aldırmadım. Altı üstü deneme işte değil mi?

Gerçek kura çekme günü herkes torbaya elini attı ama ben sahneye çıktığımda bir albay gülerek benim şansıma çekmeye karar verdi… İşe bak! Erzincan çıkmıştı…

ERZİNCAN TERCAN ARASI

Üçüncü Ordu Muhabere Alayı Muhabere Destek Bölüğü, müstakil bir bölüktü. Telli takım içinde kalabalık bir er ve erbaş gurubunun yanında, araç parkı da doluydu. İlk tatbikatta “Kenarda oturmamı söyleyen ve işi bilen” askerleri yirmi dakika seyrettikten sonra onları kenara aldım. On dakika içinde her şeyi kurduktan sonra “Her şey en seri şekilde ve benden gördüğünüz şekilde olacaktır.” şeklinde kontrolü ve inisiyatifi ele alarak hep bir ilerleme içinde geçti günler. Bir kaç ay sonra hem kablolu hem de havai hatlarda her şey mükemmel olmuştu. En hoşuma giden ise Erzincan Tercan arasındaki yolda havai hatların bakım ve onarımında gösterdiğim çalışmaların olumlu sonuçlarıydı.

TESKERE BIRAKMAK

Her şey o kadar mükemmeldi ki teskere bırakmayı bile düşünmeye başlamıştım. Ama zamanla çeşitli istişareler ile “Mühendis” olmanın ne kadar önemli olduğu konusu ağır basmaya başladı. Nurettin bey kendi işlemleri beraber benim evrakları da tamamlamasa askerlik bir kaç hafta uzardı belki!

ÖSYM SINAVLARI

Kardeşimin durumunu düzeltebilmek için ona ders çalıştırırken ilkokul dördüncü sınıf matematik kitaplarından başlamıştım. Lise kitaplarını biraz bakıncaya kadar imtihanlar gelmişti. Her şey şaka gibiydi ama okuma ve problem çözme hızım inanamayacağım kadar mükemmel olmuştu. Hem kardeşim hem de ben kazanmıştık…

İSTANBUL’A TAYİN

Çalmadık kapı bırakmadım ama bir türlü İstanbul’a tayinimi çıkaramıyordum. Uyduruk bir mektup yazan dümenci biri yüzünden Ankara’ya iki kere gitmek zorunda kalmamın yanı sıra, partilerle ne kadar içli dışlı olduğunu söyleyen bir düzenbaz yüzünden sorguya bile çekildim. Tam ümidimi kesmişken MEB içinde bir memur yarım günde halletti her şeyi ama İstanbul’da bir öğretmen taktı kafayı: “Torpilin kim, İstanbul’a nasıl tayin çıkardın?”

İSTANBUL HİKAYESİ

Bu hikaye o kadar uzun ki bütün ömrümce anlatsam bitmeyecek. Buraya Lise Öğretmeni olarak geldim, İlkokul öğretmeni olarak emekli oluyorum. Ne kadar uğraşsam da dost bildiklerimin dostlukları o kadar işte… Her kes efsane beklerken bir ilkokul öğretmenliği maaşıma göz dikenlerin gözlerini toprak doyursun diyorum.

TEK ARZUM SON EMELİM

Ümitler tükenmez derler ama bazen bitiyor. Neden ben de bütün insanlar gibi yüksek tahsili üniversite hocalığı ile noktalayamadım ki? Sanki her şey bir şaka, bir kabus gibi ama işte gerçek. Olmadı ne yapalım, ağlayalım da gözden mi olalım…

NASRETTİN HOCA

Bu gece Nasrettin Hoca’nın sınıfına girmişim. Soruyorum o meşhur soruyu: “Hocam eskiyen ayları ne yaparlar?” Hoca her kesin bildiği o meşhur cevabı veriyor: “Kırparlar, yıldız yaparlar…” Fakat ben devam ediyorum. “Peki hocam eskiyen yıldızları ne yaparlar?” Hoca teklemeden cevap veriyor…

BULGUR DEĞİRMENİ

“Sizin köydeki bulgur değirmeni ne işe yarıyor?” O kolay soru diyerek cevapladım: Değireme bulgur dökeriz o da beş ürün çıkarır

1- İri bulgur. Düğün yemekleri için ayrılır ya da yeniden çekilir.

2- Kepek, Hayvan yemi olarak kullanılır

3- Bulgur, pilav pişirmede, köfte yapımında, ıslamada kullanılır.

4- Düğürcük, irmik gibi bir şey işte, köftelik bulgur olarak satılıyor piyasada.

5- Kavut, bulgurun un gibi ince tozu olup, çocuklar şekerle karıştırıp yerler, hayvanlara verilir.

KEHKEŞAN, GALAKSİ, SÜT YOLU, SAMANYOLU

Nasrettin hoca cevabı çok iyi biliyordu. “İşte eski yıldızlar çoksa, değirmende çekilip toz yapılırlar, az ise sağda solda kaybolup giderler…” Mantıklı bir açıklama derken Nasrettin Hoca arkasını getirdi: “Samanyolu dedikleri de işte bu yıldız tozlarıdır. Yani eskiyen yıldızları değirmende çekip, yola dökerler ki, insanlar seyretsinler…”

İŞİN SONU

İnsan üzülünce böyle oluyor demek. Rüyasına giren Nasrettin Hoca onu eğlendiriyor. Ama acaba Hoca bu hikayeyi sırf beni eğlendirmek, üzülmemi engellemek için mi anlattı yoksa oturup düşünmemi mi istedi… Altı üstü rüya işt mantıklı bir açıklaması olmaz ki her zaman… 21 Temmuz 2008

ANKARA İLE İSTANBUL ARASI

ANKARA İLE İSTANBUL’UN ARASI KAÇ KİLOMETREDİR?

Bu sorunun cevabı için bir anket yaptığınızda “Dört beş yüz kilometre…” cevabını bulmanız kuvvetle muhtemeldir. Bazı insanlar arabaları ile bu yolu kim bilir kaç defa ölmüşler ve dört yüz otuz, dört yüz atmış, dört yüz elli kilometre cevaplarını da verseler bu cevapların hiç biri kesin değildir…

YOLU YAPAN YOLU YAPTIRAN

Ankara ile İstanbul arasındaki otoyol ihalesi olmuş, teklifler olmuş, bir şirket veya şirketler ihaleyi almıştır. İş bitiminde de paralarını almışlardır. Yolun kilometresi bir kaç milyon dolardır. dört – beş yüz kilometre dendiğinde belirsizlik yüz kilometre olur ki bu belki de üç yüz milyonluk ödeme anlamına gelecektir. Kimse bu kadar parayı, kaba bir tabirle haybeye vermez… O zaman yol inşası için parayı ödeyen ve parayı alan kişiler bu yolun uzunluğunu santimetresine kadar olmasa bile metresine kadar size söylerler… Bu insanlara YETKİLİ diyelim.

DOKTORA TEZİM

Uzun süre beni öğrenci olarak kabul edecek bir öğretim üyesi bulamadım. Bir gün ihale birinde kaldı ama bu seferde iki fizikçi bulamadım. Aylarca kafa patlattığım konuları dinleyen çıkmadığı gibi seminer verebilmem için de bir ortam oluşmadı. Sizin anlayacağınız, Türkiye Cumhuriyeti sınırları içinde YETKİLİ bir insandan yardım alamadım. Oldu, olmadı, olamadı, demeye gerek yok çünkü: “Alles şon forbay” yani olan oldu der Almanlar… O zaman ben ne anlattım şimdi.

MÜHENDİSLER

CF6-50 jet motorunun altı bölümünden her biri için bir teknisyen dört ay eğitime tabi tutulur ve motorun yalnızca eğitim gördüğü kısmıyla ilgilenir. Bu kadar detaylı çalışan insanlara “pul veya rondela” sorduğunuzda, elinize kalınca bir katalog verirler ki insan şaşırır kalır. Hasarlı ve hasarsız muayene konusunda neredeyse bir uzman kadar çok bildiğim zamanlar bile yurt dışında bu konuları çalışan ülkelerde “Ben Mühendisim” dememek konusunda kesin karar vermiştim. Onlar için ben ancak “ümit vaad eden bir aday” olabilirdim.

TESTİCİLER

Bir testici ile gezdiğinizde, testi olacak toprağı seçer, çamuru karar, testiyi yapar, testiyi pişirir, fırından alır ve siz kullanmak üzere o testiyi satın alırsınız. Testi kaliteli mi? Daha yedi yaşını doldurmadan bir güdek (sapı ve ağzı kırılmış testi) ile annesine su taşımaya başlayan çocuklar bile bu konunun uzmanı olmaya başlamışlardır. beş litrelik testi ile gün aşırı yapan (sürüyü kırk sekiz saat boyunca dağda otlatma yapan) çobana sorarsınız. TESTİ konusunda YETKİLİ onlardır. Testici ne derse desin onlardan aldığı nota göre ustalığı çevrede bilinir hale gelir…

ASTRONOM

Işık kirliliği yaşadığımız şu günlerde kaçımız yıldızlardan birini gösterip adını, “Şu yıldız işte şu yıldızdır!” diyebiliriz. Güneş hariç en fazla üç tane biliyorum ki o da bilimsel adları değil… Çıplak gözle altı bin kadarını sayabileceğimiz yıldızlara teleskopla bakınca yirmi iki sıfırlı bir sayıdan bile çok olduklarını anlatıyor astronomlar… Hiç görmediğimiz yerlerde bir ışık yakalayıp; çapını, uzaklığını, yaydığı enerjiyi hesaplayıp isimlendiriyorlar. Bulutsu, galaksi, kara delik, kızıl dev, mavi dev, beyaz cüce, nötron yıldızı, pulzar, quazar gibi isimler konuyor sınıflanıyor…

TEORİSYEN

Astronomların gördüklerini izah edecek türden teori geliştiren bilim adamları vardır. Bak bu kara delik sigara içiyor olmalı ki şu gaz sütunu çıkıyor. Şu galaksini ortasında bir kara delik var da o yüzden bunlar oluyor, yıldızın kütlesi ana kolun şurasında olursa nötron yıldızı, burasında olursa, beyaz cüce, şu tarafına geçerse süper nova… gibi teorileri üretenler belki de hiç teleskop ile çalışma konusunda uzman olmayabilir…

ÇİNGENELER

Kalaylama, kalbur imalatı, gözer imalatı gibi işlerin yanında sepet ya da kasnak da üretirlerdi bizim köye üç gün uğrayan Çingeneler. Devir değişti artık at arabası yerine son model minibüs kullansalar da o zamanlarda duyduğum bir deyim vardı: “Çingene, Çingeneye çatmayınca kasnak boğazından geçmez!” “Şu konuyu ben çok iyi biliyorum, bu konuda en iyi benim!” dediğinizde bu deyim ortaya gelirdi. Konunun uzmanının yanında sizin değeriniz ortaya çıkar anlamı vardı…

RESİM YAPMAK

Elime kalemi alıp bir resim çizemiyorum. O kadar çok soru soruyorum ki bunların cevabını bulup kağıt üzerine bir resim çıkaramıyorum. Yok düşey eksene göre vücudu duruşu, yatay eksene göre alt çene kemiğini açısı, burun ile kulak memesi çizgisinin uzunluğu gibi bir çoklarına saçma sapan gelecek hesaplamalar konu teknik resim olunca mükemmelliğe ulaşıyor ve zamanında sınıfımın en güzel teknik resim çizenlerinden biri oluyordum. Bir ödevi asla üç kere baştan çizip düzeltmeden teslim edemedim…

BULUŞ YAPMAK

Resim yaparken o kadar detay inceleyen biri tutar da bir konuyu incelese ortaya yepyeni şekiller veya çözümler çıkıveriyor. İnsanlar bu konuyu fark ettikleri için olsa gerek, benden patent alacak, para kazanacak bir buluş bekliyorlar veya varsa hemen kapmak istiyorlar… Otuz yılın ardından söylenecek sözler basit: Basta! (geri çekil!) ne kadar para, o kadar köfte…

NETİCE

Amerika gibi yerde her zaman her konuda YETKİLİ bulma şansınız var. Türkiye’de allame kesilenlerin hoşaflarının yağı kesilir oralarda. Buluş veya patent bana göre değil ama be kasnak yemeyeceğimi biliyorum. YETKİLİ olanların belki milyonları bulan çalışmaları arasında çözüm bulabileceğim en az bir kaç konu var ki buradaki TESTİCİLER kendilerini YETKİLİ sanıp ne olduğunu duymak istiyorlar…

ASKERLİK

Mahir komutan Abdülkadir başçavuşun o kadar etkisinde kalmış ki teftişe gelen albayın karşısına kendi yerine onu tekmil vermesini istemiş. Hadi… demiş ki albay işler öyle olmuş. Bir başka baş çavuş kardeşim de bana bu durumun çözümünü anlatıverdi. Araç binerken, “geç” diyen Abdülkadir, “Herkes rütbesini bilsin!” deyince “ağzı süt kokan asteğmenden ters bir cevap aldı!” Bana göre TSK’nın “0410 Telli takım Komutanı” olarak belirlediği bir kişiyi “ağzı süt kokan!” diye küçümsemek, emrini dinlememek, kendini daha önemli olarak görmek, askeri mahkemeye gitme sebebidir.

HERKES HADDİNİ BİLSİN

Bin dokuz yüz seksen üç yılı, Mühendislik bilgilerimin en üst düzeyde olduğu zamandı. Bin dokuz yüz seksen beş yılı ise ilkokul öğretmenleri arasında lakabımın “Harward Üniversitesi” olduğu yalların başlangıcıydı. Şimdi bakıyorum da bakkalda çıraklık bile yapacak kadar matematik bilgisi olmadığını fark ettiğim hoca, ayak üstü beni değerlendirmeye kalkıyor. Türkiye Cumhuriyeti’nin Prof. Dr. unvanına sahip hiç kimseyi eleştirmek niyetinde değilim. Ama karşıma geçip ayak üstü kapıcıdan aldığı malumatla “Ben senden iyi bilirim!” derse de haddini bilmesini isteyeceğim…

İNGİLİZCE CÜMLELER

Aslında ilk öğrendiğim İngilizce sözcük, “The Letter Of The Kremlin” (Kremlin Mektubu) filminin adıydı. Bunun gibi pek çok anahtar cümlem vardı. Bir tanesi “Körler ülkesinde, tek gözlü olan adam kraldır” anlamı taşıyordu. Onu kendime göre uyarladım: “Devler ülkesinde Kral benim!” Şimdi o cümlenin İngilizcesini yazayım…

BİR RÜYADIR GELİR GEÇER

Bir gün dünyanın YETKİLi bilim adamları ya da devlet adamları arasında “Ne kadar biliyorsan O kadar para!” diyenlerin arasında bulurmuşum kendimi… Bildiğim kadar para alabilmek bir ömre değer işte… İşte o zaman söyleyeceğim tek cümle olacak: “In the country of the Giants, I am the King!”

DERSHANELER

Dershaneler ne kadar gerekli acaba? Bu konudaki başıma gelenleri yazsam iyi olacak diye düşündüm.

SÜPER FİZİK ÖĞRETMENİ

İzmir’de bir dershaneye uğramıştım. “Sana bir gün zaman verelim, bir konu verelim, gel bir sınıfta anlat, ona göre bir sözleşme yaparız…” Gayet makul ve mantıklı bu konuşmanın ardından kendisinin ne kadar SÜPER FİZİKÇİ olduğundan dem vururken gitmek için izin istedim. “Dur bakalım, şu sınıfa bir gir de şu dersi ver!” Hani bir gün zaman verecek, bir konu verecekti ya, unutmuş, ya da harcamak niyetindeydi beni… Sınıfta ders veriyorum ki o konuyu ben her zaman her yerde anlatabilirdim. Derken dersin ortasında durdurdu: “Bu grafik yanlış oldu!” baktım yol ve zaman eksenleri yer değiştirmiş. Eksenleri düşeyde veya yatayda göstermek her zaman olabilir ama grafik doğru olmalı. “Sen bu konuyu bilmiyorsun!” diye kestirip attı. İyi ki de attı ama bir başka olay daha olmuştu. “Bir fıçıda on kova su var, alttaki delikten ilk kova on saniyede boşalıyor, fıçı kaç saniyede boşalır?” Bu soruyu sadece ben çözmüştüm ama hocalar aralarında bir gurup oluşturup lider seçmişler ben dışarıda kalmıştım.

EN İYİ ÖĞRENCİLERİ SEÇ!

Okulların başarısı için beşinci sınıflar içinde üç beş öğrenci seçilir ve onlarla ders çalışılır, sınıfın gerisi terk edilirdi. “Bu durum Milli Eğitimin amaçlarına uygun değil!” diyerek asla kabul etmedim. Sınıftaki her öğrencinin eğitim öğretim hakkı vardır. Hak dağıtma işini keyfinize göre yapamazsınız.

SINIFTAKİLER

Sınıfı üçe ayırmak mümkündür. A – Her halükarda ders çalışanlar. B- Sınıfa uyum sağlayanlar. C – Okulu ve sınıfı önemsemeyenler. Bu üç gurubun içinden birinci guruba girenlerin maddi durumu uygunsa veya dershanelerin ön elemelerinde göz doldurdularsa dershaneye gitmektedirler. Bu öğrenciler ister dershaneye gitsinler ister evde çalışsınlar zaten her imtihanda başarılı olurlar. Bu durumda dershanelerin başarısı nerede?

Bir arkadaşım dershane için bir kriter söyledi. Her gün beş saat süreyle iki yüz soru çözebilir misin? Ve benim yerime cevap verdi: Çözemezsin! Çözerim çözmesine de bu tür bir çalışma bir öğretmenden çok bir robota uygun diye düşünüyorum. Gerçekten saçma…

ÖĞRETMENLER NE KADAR İYİ

Huyum kurusun ki ben de aslında bir yarışmacıyım. İzzet Amcanın Fevzi ile kardeşim arasındaki bir yarışmaya kadar bu böyleydi en azından. İnsanların işi var gücü var, kendisine göre bir dünyası var, önünüze gelenle yarışmaya kalkmak ne kadar doğrudur? Ama diğer ülkeler dahil bir her yerde her zaman bir yarışma ve yarıştırma olmuyor mu? Ben gölgemle yarışıp kazanmaya alıştığım için ayak üstü hemen her öğretmeni de bir yoklarım. Dershanedeki öğretmenler o kadar iyi olmasalar da satış yapmayı biliyorlar. Çocuklar benimle ders çalışmaya geldiklerinde ilk önce dershane öğretmenleri karşısında ağızları açık dinledikleri bir iki soruyu sorarak “öğretmenin kalitesini!” ölçerler. Bu bir kaç tane soru karşısında bocalarsanız sizin işiniz bitmiştir! Hep sormuşumdur: “Ben ne kadar imtihan kaybetsem de önemli olan sizin kaybetmemeniz, bu beylik sorular sizi kurtarmaz, nitekim o sorular da asla ÖSYM’DE çıkmamıştır! Sonuçta “Dershane öğretmeni olabilmek için repertuarınızda olması gereken üç beş soruyu çalışmamışsanız!ağzınızla kuş tutsanız siz iyi öğretmen değilsiniz!”

İÇİMDEKİ SES

Herkeste var mı bilmem ama bir çok kere içimden bir ses şunu sorar. “Bu yaptığın dürüst bir hareket mi?” Cevabım evet değilse ne kaybettiğim ya da ne kazandığım önemli değil, o işi yapmayacağım demektir. “Dürüstlüğün ölçüsü, çalışmalarınızda ilköğretim programı içerisinde kalabilmektir.” Her zaman dürüst öğretmenleri örnek aldım…

Artık tribündeyim, her pehlivana peşrev yok. Çocuk denince dürüstlük, samimiyet esastır. Bunca sene zevkle götürdüğüm ilköğretim camiasına veda ediyorum. Ya mühendis, ya da öğretim görevlisi olamazsam da evimde oturacağım…

NETİCE

Dershaneler bir “eğitim öğretim kurumu” kriterlerine uymamaktadır. Sadece soruyu çözmek, belirli soruları doğru ve hızlı çözmenin yollarının öğretimi, bir kitabın bir bölümü olur ki devlet politikaları bunu sevmez. O zaman söyleyebileceğim özetle iki sorunun cevabına göre karar vermektir:

A: Dershaneler, öğrencilere yarışmayı, yarış atı gibi hedefe koşmayı öğretmektedir. Bu eğitim öğretim ilkelerine ne kadar uygundur, değilse ne yapmak lazımdır.

B: Dershaneler için birinci amaç para kazanmaktır. Dershanelerin bu davranışları okullar üzerinde hem öğretmen hem de öğrenci açısından olumsuz etkileri var mıdır? Varsa ne yapmak lazımdır?

ARDIÇ AĞACININ PEŞİNDE

Demirliğin üzerinde bulduğum külleri eşeleyince hayretler içinde kalmamın sebebi bir ağaç köküne rastlamaktı. Bu çıplak dağların üzerinde bir zamanlar ardıç ağaçlarının varlığından bahsederlerdi de pek anlamazdım. Dediklerine göre, Kazağılı yolundan Tuzlukçu’ya girerken sağdaki caminin ağaçları bizim köyden kesilmişti. Ardıç, şimşir sert ağaçtır, işlemesi zor ama cilalaması güzel, gösterişi efsanedir. Ardıçtan kaşık çıkarmak zordur, ama evlâdiyeliktir. Senelerce kullanırsınız. Kundullu’nun boz dağlarında en son olarak Ardıç Kuşu’nu kim gördü bilmiyorum ama Embiye’nin üstünde, hemen Ankara tarafına yönelince Alimelerin Ağıl Yeri’nin kuzeyindeki tepede bodur ardıç ağaçları daha doğrusu çalıları vardı. Hala durur mu bilmem ama bence Ardıç kuşu dağlarımızı terk etti. Ardıç ağacı yabanidir. Öyle tohum ekip üretemezsin, çeliklemeyle de olmaz. Ağacın üremesi meyvelerinin ardıç kuşu tarafından yenilip pisliği ile atılmasına bağlı. Ağacın tohumu ancak o zaman filizlenebilir hale gelir. Ardıç Kuşu olmazsa ardıç ağacı da olmaz…

Kuşların nereye gittiğini bilmiyorum ama dediklerine göre ardıç kuşları da ardıç olmayınca beslenme şeklini değiştirmiş veya zaten göçmen kuş ağırlıklı olduğu için Kundullu dağlarına uğramaz oldu… Ardıç ağacı çürümediği için kuyuların su batmanlarına konur, kuyu onun üzerine örülürmüş. Bizim civarlarda bir kuyunun altına ardıç batman koymadıkları için zamanla tabandan erozyon olmuş, kuyuya temizleme amacıyla inen biri de taşların aniden kayması sonucu diri diri taşların altına gömülmüştü. Derler ki cenaze çıkarıldığında kolları ve bacakları hala tutunduğu şekilde açıkmış… Ardıç nemlenmez, nemden etkilenmez. Bu yüzden eskiden ölüleri gömdükten sonra mezarlara konulur, çürümediği için mezar çökmezmiş. Şimdilerde bırakın ardıcı, kerpiçten başka bir tutam saman koyup kapatıveriyorlar ama bizim mezarlar yine de çökmüyor… Ardıç kuşu olmasa da işi götüren Orman yüksek mühendisi Hazin Cemal Gültekin şu açıklamayı yapıyor: “Ardıç tohumları, yalnızca ardıç kuşlarınca yenilip, dışkı yoluyla atıldığında, dışkı ortamında çimlenebiliyordu. Bugüne kadar başta Rusya olmak üzere birçok ülkenin bilim adamları, ardıç kuşu dışkılarını toplayarak, çimlendirme çalışması yaptı. Ancak, bu çalışmalar yeteri kadar başarılı olamadı. Eğirdir Orman Fidanlığı olarak, ilk kez biz uzun yıllar süren denemelerin ardından, kimyasal ortamda ardıç tohumunu çimlendirmeyi ve bu çimden fidan üretmeyi başardık.” Ey Kundullu: Sana dönüp dağlarına da bir Ardıç Fidanı bulup geleceğim…

Evde şimşir kaşık bol ama Ardıç kaşık da ilgimi çekti. Nasrettin Hoca türbesini önünde, Hase’nin Oğlan’ın dükkanından sekiz kaşık alıp ortaya yürüdüm. Parkın ortasında şakır şakır Konyalı oynayıp söylemeye başladım. Etraftan Turgut soyundan kim varsa katıldı bana. Hep beraber kurtlarımızı döktük. Bir kaç tane de ardıç ağacı resmi bulup buraya koyayım da bari bencileyin beli bükülmüş, gurbetin kahrına dayanıp ölmeyen bu Ardıç Ağaçlarına siz de bakın…

AÇIKLAMA

Bir çok arkadaşım ve dostum soruyor: Yazın yurt dışına gidecek misin? Evliyim ve bir çocuğum var. Konuyu ailecek konuştuk. Kızım MISIR, eşim ise Azerbaycan diyor. Benim gönlümde Almanya ve Amerika var. Hem Almanya hem Amerika’dan davet edildim, kalacak yerleri, gezeceğim yerleri tespit ettim. Bana kalsa hem yazın hem de Şubat ayında Yurt dışına çıkmak isterim ama insan yaşlanınca “gideceğim!” diyor da gitmiyor.

On beş yıldır yeşil pasaport sahibiyim. Son on beş yıldır yurt dışına çıkmadım. Hatta Almanya ve diğer beş ülke ile beraber “Comenius Projesi” içinde yer almam rağmen gene de yurt dışına gitmek içimden gelmedi. Bakarsınız bu yaz da gitmeyiveririm. Gün ola harman ola, bakalım yaz ne getirecek…

Amerika Hikayesi

Mehmet Samur bayrağı yarıya indirip: “Başımız sağ olsun, Amerika Cumhurbaşkanı Kenedi’yi kaybettik!” dedikten sonra bizi eve gönderdi. Okul dönüşü dedem yaşında, Okuma yazma bilmeyen bir köylü “Neler olduğunu?” sorduğunda “Kenedi ölmüş!” cevabını alırken, gözlerini hayretle kocaman açıp sormuştu: “Ne kedisi ölmüş?” Aman yarabbi koskocaman adam Kenedi kim bilmiyordu… Sanki biz çok biliyor muşuz gibi, uzun süre bu espriyi kullandık. Aslında Amerikalılar ile ilgili ilk fikrim Sarı Muhtar bize Marşal yardımı dağıtırken ne kadar bonkör oldukları şeklindeydi… Muhtar odasının bir köşesine yığılan buğdaylar kilo ile, helke ile, telis ile son dirhemine kadar büyük bir ciddiyetle dağıtıldı. Ne bir gülümseme be bir espri hatırlamıyorum. Daha okula gitmiyordum. Muttalipler, Yörük Eseler, Sarı Ali, Üdenler dahil hemen herkes köydeydi… Bu demektir ki daha atmış ihtilalı olmamıştı…

KORELİLER

Kundullu köyünden bazıları KORE savaşına katılmak için gönüllü olmuş, bazıları bu göreve seçilip ihya etmişlerdir. Irık Hasan bunlardan biridir. Kendisini yakından tanıdığım bu çok ciddi köylümüz, her şeyi ile gayet muntazam olarak bizi temsil etmiştir. Her halde çocukluğumun çok erken çağlarında olduğu için olsa gerek onun anlattığı hikayeleri tam olarak hatırlamıyorum. Bunun dışında emekli subay olan bazı tanıdıklarım sayesinde oradaki olaylar hakkında haberler duydum.

AMERİKA’DAKİ KORELİLER

Bizim KORE GAZİLERİ ile beraber savaşan Amerikalı askerlerden bahsediyorum. Onlar Türkleri tanımaktan büyük mutluluk duyan insanlar ve o günlerin hatırına bana büyük hürmet gösterdiler. Onların yanındayken kendimi bir Türk Subayı’nın koruması altındaymış kadar güvende hissettiğimi hatırlıyorum. Hele bir tanesi ne kadar bonfile düşkünü olduğumu duymuş olacak ki kahvaltıdan hemen sonra kocaman bir bonfile hazırlamış. Bizim Koreliler sayesinde dünyanın tam öteki tarafında bizden birileri olduğunu görmek büyük mutluluk…

İYİ ALMAN, İYİ AMERİKALI, İYİ TÜRK

KUŞADASI’NIN ÖTEKİ YÜZÜNDE

Kadınlar denizinin öte yüzünde bir küçücük adacık vardı. Uzunluğu elli adıma varmayan hilal şeklindeki bu ada ile kıyı arası belki bir elli metre kadardır. Bin dokuz yüz seksen beş yazında o adanın en önemli sakini bendim her halde! Hemen her gün çevresinde dolandığımı, paletlerim, şnorkel ve gözlüğümle hem denizinin üstünü hem altını taradığımdan hemen hiç zamanım artmıyordu ama ertesi yıl durum daha farklı olacaktı…

Artık yüzmek kadar çevremle de ilgilenmeye başlayınca yandaki otelin sahibi ile de tanışmıştım. Hem çalışanları, hem sahibini tanıdığım için otelin plajındaki turistlere de yardımcı olmaya başlamıştım. Alman turistlerle İngilizce konuşmak yerine Almanca konuşmayı denememi söyleyen alman turistlerden ilk öğrendiğim cümle “Plaj sandalyesi ister misiniz?” olmuştu.

İYİ ALMAN

Ta Almanyalardan işini gücünü bırakıp güneşin tadını çıkarmaya gelenler amaçlarını unutup bana bir cümle öğretmek için can atıyorlardı. Hemen her gün yeni bir cümle öğrenirken hareketli, baba yiğit, belki de emekli bir Alman turist yüzündeki son derece mutlu bir gülümseme ile yeni bir cümle söyledi: “Ben Orhan’la ortağım!” veya “Benim Orhan’la anlaşmam var!” gibi başlayan ve “Yarı fiyat ödüyorum!” tarzında bir cümleydi bu… Zaten son derece hareketli haliyle fazla kalmadı ama öbür Alman Turistler konuşmalarını beğenmeyen bir ifade içindeydiler… “Mustafa, bu adamı çok ciddiye alma, O adam iyi bir alman değil veya O adam ortalama bir alman vatandaşı değil!” şeklinde görüş belirttiler.

Demek ki her Alman vatandaşı her yerde Alman vatandaşı olmayı temsil etmeye aday olamıyordu. Aynı şey her Amerikalı için veya her Türk içinde geçerliydi. O an renk vermedim ama yağ çatlağa çoktan işlemeye başlamıştı. Kim bilir şuur altımın hangi kuytu köşelerini gezindi bu duygu ki içime bir hüzün çöktü…

İYİ TÜRK

İyi olmak ama hep iyi bir insan olmak, her hangi bir ülkeye gittiğimde beni kusurunu hep düzeltme çabası içinde medeni bir insan olarak tanımalarını isteyecektim. Bunu meyvelerini de altı yıl sonra görmeye başlayacaktım. Engelli ve harp Malullerinin devam ettiği havuzun etrafında giderek benimle ilgilenip konuşmaya çalışan insan sayısı artmıştı. Onlara göre ben “iyi bir Türk” idim. Bunun sonucunda Almanya vatandaşlığı alma için çareler düşünüyorlardı. En iyisinin seçime ve seçilme şansımın en yüksek olduğu memleketimin vatandaşlığında kalmak olduğuna karar verecektik…

İYİ AMERİKALI, İYİ TÜRK

İLCA adlı İngilizce kursunda öğretmenlik yapan Çin kökenli olup Amerika’da doğan, sonra da bir Türk ile evlenen İngilizce öğretmenliği yapan Amerikalı hanım ilk dersi verdiğinde bundan otuz yıl önceydi… Çin yemeklerinin arasında Kırlangıç Yuvası Çorbası’nın yapılışını anlattı. “Kırlangıçlar tükürükleriyle çamur yaparak yuvayı yaparlar. Yuva yerinden sökülür, ılık suda çamurundan temizlenir, tükürük kısmından çorba yapılıp çay kaşığı hesabı satılır…” Kendimi olaya öyle kaptırmışım ki, sanki kırlangıç tükürüğü çorbasını yapıp önüme getirdiler. Hem kırlangıç yemeyen hem de tükürük yemeyen birisi olarak gayri ihtiyari yüzümü ekşitmiş olacağım ki hanımefendi cevap verdiler: İşkembe çorbası yer misin sorusuna evet cevabını alınca o da yüzünü ekşitti… Demek ki ne demişler “Çalma kapımı, çalarlar kapını!” Kıssadan hisse: O günden sonra özellikle dil, din, ırk ile ilgili konularda mümkün olduğu kadar olumlu yorum yapmaya, iyi gözlükle bakmaya, insan olmanın ortak boyutumuz olduğuna itina etmeye başladım ki birileri de bizi daha iyi anlayabilsin.

MARY JANE

En zor anlarım içinde siyasi konuların konuşulduğu ortamlar olmuştur. Sanki taraf olmak ve cevap vermek zorundaymışım gibi bir yükün altına girer, yüreğime oturan bir endişe ve çaresizliği çevreme hissettirmemek için yırtınırdım. Gene o günlerin birinde İngilizce kurs öğretmeni bir yol gösterdi. Dersi bırakıp kendisine ideolojisini anlatan delikanlıya çok ciddi sorular sormaya başladı. Ben kan ter içinde bırakacak delikanlı küçüldü gitti bu sorularla beraber. Mary jane gözümde erişilmez bir dost, sohbet etmek için bulunmaz bir çocuktu diyeceğim çünkü yaş olarak benden hayli küçük ve bir Türk Aile’nin yanında kalıyordu…

KARA KARGALAR

İngilizce kursundan çıkıp Kadıköy vapuruna giderken az önce öğrendiğim İngilizceyi kullanarak olayları anlatmaya çalışırdım. Takıldığım kelimeleri de ertesi gün kursta benzer cümleler kurdurarak pekiştirmek adetimdi. Ağzımdan çıkan her kelimenin hem Türkler hem Amerikalılar tarafından ne kadar ciddiye alındığını hiç aklıma bile getirmemiştim çünkü maksat İngilizce öğrenmek, okuduğumu anlamak, radyo dinleyebilmekti. Sebebini bir türlü anlamasam da bazı kursiyerlerin benimle çok ilgilenmeleri, hevesimi kırıveriyordu. En çok istediğim kurs dışında bir yerlerde oturup çatır çatır İngilizce sohbet etmek isteği bu kişilerin engellemelerine rağmen ancak on beş yıl sonra gerçekleşti…

ORADA NE YAPAKSIN

Molokai’de Herman, Yoyo ve diğerlerinin arasındaydım işte. Akşamlara kadar bildiğim gibi konuşup Türkçe şarkı bile söylemiştim. Belki bunu daha sonra anlatırım ama Hawaii gibi yerde iki ay kalmış birisi olarak insanların “Orada ne yapacaksın?” sorusunu anlamıyorum…

GENERAL SHERMAN: Bu bir Paşa ki ne paşa. Dünyada ondan büyüğü yok Onu görmeliyim. Adeta ona aşık oldum. Kaç defa yurt dışına bir devlet büyüğü gitse ona benzer bir fidan istemek için çok niyetlensem de olmadı. George Bush Türkiye’ye geleceği zaman mektup yazmaya niyetlendim gene kaldı. Bir gün Sekoya Gigantea cinsi bir ağaç fidanını Türkiye’ye getirmek en çok istediğim şey… Belki de biri getirmiştir de benim haberim yoktur, çünkü bizim insanımızın geneli yeşil, ağaç, orman aşığıdır…

KEY WEST: Miami deyince o kadar değil ama Key West deyince deniz üzerinde yolculuk yapabilmek isterdim. Silifke sahilinden İzmir’e kadar kaç defa arabamla yolculuk yapsam da Oranın havası bir başkadır her halde…

İnsan ne yapmaz ki orada? Diamond Head’in batı ucunda bir gözleme noktasından etrafı seyretsem olmaz mı? Honouma Bay içinde bir dost görmüştüm. Bu doğal akvaryumda kendi boyum kadar diyeceğim sağ arka ayağı olmayan bir deniz kaplumbağası hiç aklımdan çıkmadı. Bir kere daha Merhaba desem olmaz mı?

Yazacağım ama akşama artık…

Bu Adam Da Kim?

Çok akıllı yeğenlerim vardır benim. Her hareketimden keramet bekleyen biri olarak beni bu adama benzetmiş. Bu resmin orijinalini bulamadım ama yetmiş yaşıma girince her halde böyle bir görünüşe sahip olacağım. Ağarmış saçlarımla başım yukarda maziye şöyle bir bakacağım eğer hala yaşıyorsam. Belki de bir çay içimi konuşmak için ilk seçeneğim olabilecek bu yabancı resimde bir asalet bir onur okuduğum için bir sanatçının elinden çıkan bu eseri herkes görsün istedim…

On Beş Haziran Günü

Sabah erkenden görev yerine varıp mutat hareketlerden sonra sınıfa gittim. Kim bilir kaç defa gözetmen veya öğrenci olarak katıldığım bu sınav hiç birine benzemiyordu. Salonda ne bir çıt sesi ne de silgi kalem takası vardı. Bu sessizlik beni de havaya soktu ki aklıma bir şeyler takılmaya başladı:

BİR MUTLU GÜN

Bu gün çok güzel bir gün, az evvel, elli beş yıl, beş ay, beş gün, beş saat, beş dakika ve beş saniye olmuş ben doğalı diye hesapladım. Bu uğurlu bir zaman olmalıydı ve on bir yaşında beş çocuğun zekası kadar keskin bir zekaya sahip olmalıydım. Eğer bu doğruysa hemen bir icat, bir buluş peşine düşmeliydim. Aklıma gelenleri yazdım:

HANİ O DEFALARCA DENEDİĞİMİZ DENEYLER

Amonyaklı gümüş nitrat çözeltisi ve glikoz içeren bir tüpün cidarlarına daha iyi ayna eldesi için elektrik yükleri kullanabilir miyiz? Eh neden olmasın bunu nasıl yapacağım konusunu düşündüm. Belki de benden çok önce düşünseler bile bile o an ilk aklıma bu gelmişti.

İnce cam çubukların ve daha ilerisi, cam elyafların üzerini alüminyum buharı ile kaplama yapmaya değer miydi acaba? Bunu mutlaka denemek isterdim. Bu arada belirtmem gerekir ki optik fiberlerin üzeri cladding yapılmış cam elyaf olduğunu da biliyorsunuzdur.

Misina kullanarak endoskopi aleti yapmak mümkün olabiliyor muydu? Hangi saydam polimerin ışık geçirgenliği en fazla idi ve en ince misinayı üst üste demetleri ile bakmak mümkün müydü?

BİR KÜÇÜCÜK FOTONCUK VARMIŞ

Tek bir molekül suyun sıcaklığını bir derce artırmak için gerekli enerji ne kadardı? Bu enerji ile eşdeğer foton dalga boyu ne kadar olmalıydı?

Tek bir fisyon ile kaç tane su molekülü buharlaşıyordu? Buna göre bir gram uranyum ne kadar suyu buharlaştıracaktı?

Görünür bölgedeki bir foton kaç molekül suyu buharlaştırabiliyordu?

Bu soruların cevabını evire çevire hesaplamak o kadar çok zamanımı almamıştı ama merakım daha da artmıştı. ne oldu da durup dururken bu konular aklıma gelmişti? İnsan ne zaman hangi konuları bu şekilde yeniden gözden geçirme ihtiyacı hissetmektedir. Bu düşündüklerimi unutmadan yazmak ve sonra tekrar düşünmek istiyordum. Çevreyi iyice bir kontrol ettim ama sebebini bulamadım.

ONLARLA BİZİM FARKIMIZ

Bir Alman ya da Amerikalı çorba yaparken yazıyor: altı yüz gram su, üç gram tuz, elli gram un vs. Bizimkiler tarif veriyor: üç bardak su, bir fiske tuz, yeteri kadar un vs. Dolayısı ile başka ülkelerdeki bilim adamlarının ardından benzer kalitede insanlar gelirken bizde tamamen tesadüfi insanlar yetişiyor. Bütün mesele bilim adamı yetiştirirken modern anlamda bir yol uygulamak ve üretici bir çalışma için somut metotlar geliştirmek.

YÜZ SEKSEN KERE TEKRAR

Geri çekilip bir daha düşündüğümde başka bir gerçek ortaya çıkıyor. Bir konu ile ilgili kütüphanedeki kitapların arasında seçim yapıyor, her kitabın konuyu ele alışını görüyor sonra da kafamda bu konuyu birisine izah etmek için yeniden yoğurmuyor muydum? Anlatacaklarımı beğenmeyip yeniden araştırmıyor muydum? Sonra başka bir konuya geçip bütün bunları unutup yeniden konu gündeme geldiğinde aklıma ilk gelenleri irdelemeye girişmiyor muydum? Başarının sırrı buydu: Okumak, çok okumak, başkasına anlatmaya çalışmak, takıldığım noktaları tekrar okumak, unutmak, yeniden gündeme gelen konuyu iç güdüsel olarak izah etmeye çalışıp ortaya çıkan problemleri çözmek için bir takım sorular sorup o soruların cevabını aramak….

Bu kafa yapısını başkasına verebilmek mümkün mü? Kaç sene alır? İşim buna uygun mu? Gerektiğinde maddi bir desteğim var mı? Cevapların evet olma şansı yok gibi, bu durumda tek seçenek kalıyor. Şartların oluşmasını ümit etmek…

KÜS OLMAK, KÜS KALMAK

Eskiler derler ki “küslük üç gündür!” ama gel gör ki gerçek hayatta hiç de öyle görünmüyor. İnsanlar bir küstü mü “ömür boyu” küsüveriyor. Başkalarını bilmem ama ben birilerine küsersem hem yanlarına gitmek içimden gelmez hem de onların bulundukları bölge yasak bölge imiş gibi o bölgeden geçmek istemem. Bu durumun meydana getirdiği olumsuzlukları fark ettiğim için de mümkün olduğu kadar kimseyle küsmemek ve eğer insanları yanlış anlamışsam veya yanlış anlaşılmışsam özür dilemek. (Bu konuya sonra devam edeceğim.)

Başa Dön

Yorum bırakın